28 Aralık 2008 Pazar

Kalp K'aralar


Kalp karalar…ıssızlıkta kalırsa, birbirinden ağır sözlerin gölgesinde durur ve kurar..güzelin kıyımı böyle başlar aslında. Bir aklın, yetime, kendine acıyan bir esintiye dönüşmesi an bekler. Uygun yerde ve zamanda..aslında birbirini tutmayan uyumların sanrısında. Kalp karaladıkça yalnızlaşır, ağırlaşır.
Tut tutabilirsen. Eline değen kırmızısında hayat mı var yoksa arafta bir soluklanma tuzağına düşen hiçlik mi? Kim bilebilir, kendine ettiğin kötülüğün kaç bucak olduğunu…Neyle bedellenip yüzüne tokat gibi çarptığını.. Asıl ağrıyan gözlerinken ve kalbin giderek bir et parçasından çürümeye dönerken cümlelerin asılı durduğu ana benzemektir bu. Kendine dönen ve içinden çıkıldıkça karalanan.
Bir kent bozgun yiyor yine..aynı kent değil. İçindekilerden herhangi biri..en olmadık zamanda yenik düştüğün ve yine de sevmekten cayamadığın. Bir yangın, lal bir yaralanış ve intihar söylentileri arasında yaşamaktayım diyen o cılız ses..asıl aldanışın budur belki. Yaraların yeni yerlerinde huzursuz işte! Rahat durmayacaklar.
Yaralar kalbin ağrısında kara.. Bozgunlar arasında inatçı bir tutunmaya gereksinmek…hem de ölesiye yaşam sevinci içinde… Yere yığılmanı seyrederken kimsenin aklına gelmeyendir hangi kalbin karasında geceyi bölüştüğün.
Ay bağıra çağıra batarken gün doğumuna koşuşmalar görüp gitmeye yeltendiğinde ansızın bir akşam üstü..Tenha bir sokaktan geçişin ve açık penceren gelen kokular çelecek aklını. Orada kalmak senin seçimindi dediklerinde verebileceğin ağız dolusu cevabı o an orada bir pencerenin önünde ezişine aldırmayacaksın.
Bir bozgundur bu yenilmelere alışmanın başlangıcı…Kentinle birlikte gömdüğün kalbini durmadan arayışının, sonunu bilmeden iri cümlelere kalkışmanın….

19 Aralık 2008 Cuma

19.12.2008 tarihli Radikal Kitap Eki'nde yayımlanan yazım....

Pişmanlığın da izi var



Kimi yerde yarım bırakılmış, kiminde acımasız bir sona okuru hazırlayan öykülerden oluşan ‘Rüyalarının Kızı’, birbirinden güç alıyor gibi görünse de bağımsız hayat parçalarından birer kesit. Çocukların ve kaybetmeye odaklanmış yaşamların özel bir yer edindiği altı öykü bildik kavramlara kafa tutan irkiltici simgelerle örülmüş

AYŞE SAĞLAM (Arşivi)

Bir yerlerde unutulmuş, eninde sonunda hortlayacağından emin olunan pişmanlıklar bölüşülebilir mi? Hayatın acımasız renkleriyle dolu bir aynada yüzüne bakan, sadece yaşlandığı gerçeğiyle mi karşılaşır? Ya zaman hesaplaşmanın yüküyle o aynadan uzatıverirse başını...
Bir yaşamın içinde, kuytuda kalmış, görmezden gelinmiş, unutulsun diye beklenmiş; azap dolu hikâyeler biriktiğinde, dile gelmeleri için üzerlerine koşar adım giden birileri vardır mutlaka. Gücünü, bir şeyleri yerle bir eden yaşamdan alır; gerçek masalların anlatıldığı hikâyelerle unutmanın mümkünsüzlüğünü anımsatırlar, yeniden!
Olanı olduğu yerde bırakmak yerine rüyaya bulanmış buz gibi gerçeğin ustalıkla anlatıldığı yaşam dolu hikâyeler Burak Evren’in kaleminden, Rüyalarının Kızı’yla söze ve cana bürünüyor. Bildik renkli rüyalara benzemeyen, mutlaka birilerini ürkütecek türden, yaşama ve ölüme akraba sözcükler kimi detayları anıştırmakla kalmıyor; hayatın onlarla yüklü olduğunu haykırıyor. Ölümün örtülü anlamlarla hep bir yerlerden başını uzattığı öykülerde, yaşayıp gitmenin, bir şeylere ilişmeden ‘son’u beklemenin hiç de kolay olmadığı yinelenirken, yarım bırakılmışlık hissiyle kavrulan hayatlar aramızdaki yerini alıyor. Hesabı sorulanla, soran bir yerlerde mutlaka karşılaşıyor. Haksız bir hesaplaşma değil bu. Herkesin sözünü söylediği; ya da söylememeyi seçtiği için bir bedel ödediği; kuralları belli bir oyun...
Yazarın dilinin ustalıkla yönlendirdiği, zamanı olmayan bir ara durakta olup bitiyor her şey. Bu zamansızlık içinde bilinç akışına benzer geçişlerle, dünden bugüne uzanan ama andan çok anıların yönlendirdiği bir yolculuğa çıkıyor okuyucu. Kurmacanın içinde kaybolacakken ansızın beliren gerçeğin soğukluğu, sözü edilen anların önemini söküp atıyor.. Kimi yerde yarım bırakılmış, kiminde acımasız bir sona okuru inceden hazırlayan öykülerden oluşan Rüyalarının Kızı, birbirinden güç alıyor gibi görünse de bağımsız hayat parçalarından birer kesit aslında. Çocukların ve kaybetmeye odaklanmış yaşamların özel bir yer edindiği altı öykü bildik kavramlara kafa tutan irkiltici simgelerle örülmüş .
‘Tünel’ ve ‘Sula’ adlı iki öyküde benzer bir yarayı farklı dokunuşlarla ele alan yazar, dipsiz ve karanlık bir kuyuya sözcüklerle uzanıyor. Suçlu ve kurban durumunu aynı anda yaşayan, acımasız hayat içinde yer edinme çabasındaki çocuklar aracılığıyla yetişkinler sorgulanıyor. Geç kalmış itiraflar, cesaretin korkuyla yer değiştirdiği ve oyunmuşcasına yinelenen mutsuz hayatların sözünü eden ‘Rüyalarının Kızı’ aynı zamanda kitaba da adını veren öykü. ‘Uzaktaki Işıklar’ isimli öyküde de “geleceğe dair hayallerim beni hangi arada terk etmişti de bu hale...” sorusu, hesabı görülmeyen yaşam içinde soluk almaya benzer bir isyanı, yıllarla biriken bir hayıflanmayı özetliyor.
2008 Yaşar Nabi Nayır öykü ödülünü alan Burak Evren, akıcı bir dilde, gerçek-rüya arası bir zeminde biçimlediği ilk kitapla selamlıyor okuru. Tedirgin eden, irkilten sarsıcı imgeler, çok iyi bildiğimiz gerçek hikâyeler yazarın dilinde unutmama cesareti isteyen, yüzleşmenin kolay olmadığı bir serüvene dönüşüyor. Rüyalarının Kızı, aynadaki yüzde zamandan çok anıların; en çok da pişmanlıkların izinin birikeceğini anımsatıyor: dolaylamadan, sakınmadan...

RÜYALARININ KIZI
Burak Evren
Varlık Yayınları
2008
88 sayfa
9 YTL.

3 Aralık 2008 Çarşamba

bir şey söyle!

Gücün er ya da geç bitecekti. Bir hikayede hep konuşan olamazdın; sesinin soluğunu keseceğini söylerdin. İnanmazdım. Tıpkı ellerimde ve yüzümde, aynaya her bakışımda gördüğüm yansımanın giderek silikleşmesine inanamadığım gibi. Özlemek ağır işti; sen bunu bilir gibiydin. Bazen içine dönen; bazen kalbinden hızlı koşan gözlerinde görürdüm. Neye benzediğini bilmediğim, yabancı bir şeydi üstelik. Nasılsa öğreneceksin diyemez; daha hızlı konuşur, daha deli bakardın. Yokluk bıraktığın yerlerde izlerini bir kutsal emanet gibi saklayacağımdan emin, her şeyi biriktirirdin. Bir gün lazım olacak nasılsa….hep dediğin, hep kızdığım gibi..Bir gün lazım oldu. Gün geldi her şeyden çok onlara gereksindim. Eriyip giden hatıranla başa çıkmak için ellerinin değdiği her şey mabedim oldu.

Şimdi başka yüzlerdeki garipsemeyi tanıyabiliyorum. Yanındayken senin bende gördüğün şeyi iyi biliyorum. Sormadıklarım, ertelediklerim, neye yarayacak bunlar dediklerim hayatımın baş ucunda..Bir ömre yetecek özlemle, eksik kaldığın cümleleri doldurmak işi bana düştü. Yüzümde senden alıntı izlerle birilerine özlemden ötesi yoktur demeye çalışıyorum. Sözle değil izle anlatılabilecek, tanıdık ama hiçbir şeye benzemeyen…

Senden sonra birgün mutlaka lazım olacak hiçbir şey bulamadım. Sesinin sinmediği kırıntılardan hayat çıkarmayı beceremedim… Senin yarım bıraktığın bu hikayede kimse konuşmuyor artık. Hani biri çıt çıkarsa büyü bozulacaktır….Öylesi bir bekleyiş içinde birbirinin yüzüne bakamayan öykü kişilerine benzedik. Bir daha konuşamayacağımızı biliyoruz. Sustuklarımızın ardında senin olduğunu, paylaşmayı beceremediğimiz sessizliğinin beklediğini; ama ilk cümleyi söyleyen olmaktan kaçtığımızı da…

8 Kasım 2008 Cumartesi

bir şeyler...ama ille de eksik!


bir söz ve susuş..kalbin ritmini ayaklandıran adımların izinde. yolun sonu hep aynı yere vardığında söz kendine kapanır; aynı isimle çağrılan; birbirinden habersiz iki çocuk...yaşamı sahiplendiğini sanan, hayallerin kapı eşiklerinden sığmayacağını bilmeden büyüyen... zaman alıp başını giderken, hayaller bir bir geride bırakılır. terk edilen o yer yıllar sonra bile aynı kalsın diye. zaman acımasız bile olamayacak kadar kendine dönük...hoyrat ve sakar! neleri yıkıp yaktığından habersiz.kimlerin yüzünde keskin, dibe çöreklenmiş izler bıraktığının da...
isimler aynı kalır; sesleniş de..ama seslerin içindeki o ince duyuş zamanın ellerinde tuzla buz..kurumuş yaprakların hazin sesi.çocukluğun üstüne basmaktan zevk alışına aldırmayan...nasılsa bir yerlerden hortlayacak, kendinin olanı çekip alacak. zamanın aymazlığıyla tanışmamış iki çocuk.. belki daha fazlası. biri büyümenin gereklerini bir çırpıda kavrayacak, diğeri hep kavruk..sanki dün daha..çocuk işte çocuk....
resim:BESTE AKPINAR

17 Ekim 2008 Cuma

17.10.2008 tarihli Radikal Kitap ekinde yayımlanan yazım

Onun sessizliği edebiyatı eksik kıldı

İLÜSTRASYON: SEYHAN ÇELİK

17/10/2008
AYŞE SAĞLAM (Arşivi)

Füsun Akatlı’nın ‘ramp ışıkları onu hiç aydınlatmamıştır’ dediği, Tomris Uyar’ın ‘rejimi düzenli bir ırmak’ olarak tanımladığı Selçuk Baran gerçek anlamda gösterişten, abartılı sözlerden, büyük iddialardan çok uzakta, yalnız yazma duygusunun erinci için yaşamayı seçti. Sesini duyuramadığını anlayıncaya dek durmadan üretti

Bir şeyleri beklemenin, yarın denene yürümek kadar zor olduğu, dibe çöreklenmiş ayrıntıların diliyle konuşan solmuş bir masal zamanından çıkıp gelmiş bir mektup... Uçsuz bucaksız kırların, yapraklarında deniz sesi uğuldayan ağaçların, yalnızlıktan acısını bile unutmuş kadınların, ümitsiz kaçakların dilinden; vaktinden çok önce ‘sessizce’ gitmiş, yıllar süren bir suskudan yorulmuş eski bir dostun el yazısıyla yazılmış... Yansıdığı hayatların grisini, unutulmuş çiçek adlarıyla, hayatları kıskıvrak yakalayan mevsimlerle ve dilindeki gerçeklikle renklendiren Selçuk Baran, edebiyatın yaşayacağı büyük yoksunluğu; vicdan sızısı ve hüzünle anımsanmayı göze alarak bir Kasım soğukluğunda çekip gittiğinde ardında yedi öykü kitabı, üç roman ve çok sayı da yayımlanmamış yapıt bıraktı. Yaşamın ve ‘küçük insanların’ gözden yiten büyülü ayrıntılarıyla yüklü öyküleri yıllarca ulaşılamaz bir uzaklıkta durmayı sürdürdüler. Kitapları uzun bir süre basılmadı. Ardında bıraktığı boşluktan sızıp yiten, sadece eşsiz öykücülüğü değil, yaşamın gözden yiten ayrıntılarında can çekişen hayattı. Ta ki öyküleri Ceviz Ağacına Kar Yağdı ismiyle yeniden ve toplu halde yayımlanıncaya kadar... Ceviz Ağacına Kar Yağdı salt bir öykücünün ölümünden sonra yayımlanmış öyküleri olmakla kalmayan, Selçuk Baran’ı hayattayken keşfedemeyenleri hâlâ yeniliğini koruyan bambaşka bir öykücüyle tanıştırma sorumluluğunu da taşıyan bir armağan.
Füsun Akatlı’nın “ramp ışıkları onu hiç aydınlatmamıştır” dediği, Tomris Uyar’ın “rejimi düzenli bir ırmak” olarak tanımladığı Selçuk Baran gerçek anlamda gösterişten, abartılı sözlerden, büyük iddialardan çok uzakta, yalnız yazma duygusunun erinci için yaşamayı seçti. Sesini duyuramadığını anlayıncaya dek durmadan üretti. Hayatını bir yazar olarak değil; “herhangi biri” olarak sürdürmeye karar verişi aynı zamanda edebiyata ve yazmaya olan inancını yitirmesinin başlangıcı oldu. Oysa henüz hiçbir kitabı yayımlanmamışken, günlüğüne “ Öben kırkımda, ellimde en genç coşkularla yazacağımı biliyorum. Başaramasam da bana verilmiş en güzel şeyleri, bütünüyle yaşamıma katmış olmanın sevincini tadacağım.” diye yazan da kendisidir. İlk kitabı Haziran, 1973’te TDK hikâye ödülünü aldıktan sonra, Selçuk Baran öykücülüğü, dikkat çekmeye başladı. Yedi yıllık çalışmasının sonucunda yirmi bir öyküden oluşan Haziran, sürekli sevgi açlığı çeken mutsuz ve yalnız kadınların, ölüme koşar adım giden ama hayatı son anda kavramanın ızdırabını çeken yaşlıların, karmaşanın uzağında kalmaya çalıştıkça hepten içine düşen erkeklerin ve ille de erkenden büyümek zorunda kalan çocukların iç içe geçtiği; birbirinin yerini aldığı öykülerden oluşuyor. Öyle ki Haziran aslında Selçuk Baran öykücülüğünün yenilenerek ve daima şaşırtarak, birbirine benzer hayatları dillendirişinin başlangıcı. Öykü kahramanları isimleri ve görünümleri değişerek, ilişik acıları farklı tepkilerle yaşarken, bir yandan da bu kadar içinde durup göremediklerimiz karşısındaki acizliği de haykırıyor. Haziran’da İhtiyar Adam ve Küçük Kız öyküsünde “çaresizliğine bir umut gibi sarıldı” diye tanımladığı yaşlı adamın ızdırabı, Baran’ ın öykü kahramanlarının yazgısıdır adeta. Umudu bir çakımlık sevinçlerde arayan, bulduklarıyla yetinmeyi erken öğrenmiş, ama gizliden gizliye buna karşı durmaya çalışan insanlar, bir araya geldiklerinde büyük bir ailenin fertleridir adeta. Unutulmuş, kaderine mahkum edilmiş, seçme şansı olmamış insanlardan oluşan bir ailenin...
Selçuk Baran yaşlanmayı ölüme içkin tutar öykülerinde. Çaresizliğin son aşamasıdır ve çok zaman dönüş yoktur. Geç kalmışların, son anda yakaladıkları yaşama sevincinin bile bir anlamı kalmaz; aksine daha büyük bir azap verir. Yaşamı değiştirecek gücü olanlar, nefes alabilmek için boşluklar açarlar hayatlarında; ya da kaçarlar: “günün birinde kalabalığı silkelemekten ve tek başıma kalmaktan başka bir isteğim olmadığını anlayıverdim.” der Ceviz Ağacına Kar Yağdı(Haziran) öyküsündeki anne. Evini, kurulu düzenini, çocuklarını bırakıp bambaşka bir hayat kurma cesaretini gösterir. Ama Baran’ın öykülerinde yazgı değiştirmenin de mutlaka bir bedeli vardır. Bu bedelin en ağırı, farkına varmaktır çok zaman. “Kaçmak; zavallı, önemsiz bir şeydir. Buna başarı denemez. Ben kaçtım.”

Mevsimler, bireylerden daha güçlü
1978 yılında Sait Faik öykü ödülü kazanan ikinci öykü kitabı Anaların Hakkı, Selçuk Baran’ın en dikkat çeken eserlerinden biridir. İlk kitaptaki değinmeleri anıştıran hikâyeler, yazarın doğayı hayatın içinde algılayışı bakımından da önem taşır. İlişik hayatları işaret etse de şaşırtmayı ve özgünlüğü elden bırakmaz. Yoksulluğun ve kışın benzersiz tasvirleri içinde iddiasız, sıradan insanların yaşamındaki yinelenen yenilgileri, düş kırıklıklarını, çaresizlik duygusunu okuyucuya da duyuran bir gerçeklikle anlatır. Yazar, Anaların Hakkı’nda güllerin sevgiyle koparıldıklarında ölmeyeceklerine inanan, evlenip hayal kurmayı unutan, yorulunca ölen kadınların ve çoğu kez büyük değişimlere direngen hayatlarının yükünün farkında bile olmayan erkeklerin dünyasına çağırıyor okuru. Bu öykülerde mevsimler, bireylerden daha güçlü, daha kararlı. Selçuk Baran’ın doğa; özellikle çiçeklere ve ağaçlara düşkünlüğü öykülerde incecik duyuruyor kendini.
Üç öyküden oluşan Kış Yolculuğu; yazarın deyimiyle “suskunun öyküsü”, ölümü ve kaçışları irdeliyor. Herkesin aslına döneceği, kaçışların imkânsızlığı bir kez daha Selçuk Baran’ın vurgusunda güçleniyor. Kitaba adını veren Kış Yolculuğu öyküsünde beraberinde sürüklediği acılar yüzünden zamanından önce yaşlandığını keşfeder Cemil. Duvarların gerisinde düş kurmayı unutan insanların dramı karşısında irkilir.
Tortu ise bir roman gibi okunabilecek, diğer kitaplarından farklı bir kurguyla biçimlenmiş beş uzun öyküden oluşuyor. Köy-kent ikilemi arasında sıkışan Halim’in hayat kavrayışındaki değişimler anlatılıyor.
Yelkovan Yokuşu, kadın-erkek ilişkisinin evlilik kuşatmasında zedelenişi, toplumsal baskıların yola açtığı kaçışların doğurduğu sonuçlar üzerine kurgulanmış yedi öyküden oluşuyor. Değirmen Öyküsü’nde, bütün öykülerde üstü kapalı söz edilen kısacık ve ‘uçucu’ umutlanma anları na değinir yazar: “çoktan yitirilmiş, yitirildiğ i bile unutulmuş bir şey, bir anı, ruhsal yapılarının temel taşlarından biri belki, vazgeçilmez bir duyarlık nasılsa bulunuverirdi belki de, insanlar gene onu az sonra, şöyle bir dalgınlık sırasında ellerinden kaçıracaklarını iyi bildiklerinden, sevinçlerine hüzün katarak, geçip giden dakikalara sımsıkı sarılırlardı.”
Arjantin Tangoları’nda Selçuk Baran’ın sürekli imlediği, sevgiyi arayan kadınlar ön plandadır. Evlilik kurumunun yıprattığı şey sadece sevgi değil, kadınlık halleri ve yaşama bakıştır. Yazgısı mutsuzlukla biçimlenmiş kadınların yaşamında evlilik, ruh sıkışmalarının, kapana kısılmanın vardığı son nokta olur. Evlenmeyenler ise yalnızlığın yarattığı kırılmada yorgun düşerler.
Hayatın kendisiyle yola çıkan, öykücülüğ ünü gerçeklerle beslemiş; gözden kaçan anları yazdıklarıyla gerçek kılan Selçuk Baran, Feridun Andaç’ ın deyimiyle, “yaşama yazdığının ucuyla bakan biri değildi.” Yazmamayı seçip, sessizliğe çekilmesi, edebiyatı hep biraz eksik kıldı. Zamansı z yokluğ un ardındaki kırılmışlık, yaşama bakışı ndaki ince duyarlıktan esin alan öykülerinin hangi duyuşlarla biçimlendirdiğini de açıklar. Düşerken yeni yaralara yer açan bir kabullenişle, büyüklük telaşlarına hiç bulaşmamış, acının karasını yazdığı halde hayattan haz almayı, çevresindekilere yaşam saçmayı bırakmamış bir yazar Selçuk Baran. Çıkmaz sokakların sonuna dek gitmeyenlerin kaçırdığı büyülü hikâyelerine, gölgesinden ve maskesinden başka sığınacak bir şeyi olmayanların ille de geç kalacağı...

CEVİZ AĞACINA KAR YAĞDI

Selçuk Baran
Yapı Kredi Yayınları
2008
712 sayfa
28 YTL.

29 Ağustos 2008 Cuma

CUMHURİYET GAZETESİ - PAZAR DERGİ 14.EKİM 2007 "Nilgün Marmara" Ayşe Sağlam


Dergi 14.10.2007
Nilgün Marmara 20 yıl önce, 13 Ekim'de gitmişti...
Dünyayla yaralı Zelda

Hayatına dair bütün ipuçları şiirinde saklıydı
Nilgün Marmara'nın. Üstelik şiiri hakkında konuşmayı da sevmezdi. Ece Ayhan'a göre bu gerçek marjinallere dahil bir tutumdu. Cemal Süreya'ya göre "Dünyayla yaralı bir Zelda"ydı, Lale Müldür'e göre "Kalabalıklarda bir Slav düşesi". Erken çekip gitti...
Ayşe Sağlam

Şair "Nilgün'dü / intihar karası bir kardeş / adını verdi Marmara denizine" dedi bir başka şairi tanımlarken "saçları şelaleli bir amazon / içe dönük bir anarşist"... Anlatan İlhan Berk'ti, anlatılan Nilgün Marmara. Yakın dosttular, sonra Marmara çekip gitti, Berk'i, diğer dostlarını Cemal Süreya'yı, Ece Ayhan'ı ve diğerlerini... Sonra dostlarının bir bölümü de aynı yolculuğa çıktı, ama erken giden oydu, tam yirmi yıl önce, 13 Ekim 1987'de.

Nilgün Marmara 13 Şubat 1958'de İstanbul'da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji'nden sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Filolojisi'nde eğitimine devam etti; tez konusunu çok sevdiği yazar Sylvia Plath üzerine hazırladı. Bugün de Nilgün Marmara denince akla ister istemez kesişik yaşamları, benzer yollardan geçip aynı dilde yaşamla aralarındaki kavgayı sonlandırmaları nedeniyle Sylvia Plath gelir. Hem dünya hem de Türk şiirini çok iyi bilen, bu bilgisini de değerlendirebilen usta bir kalemdi. Yaşama içkin tuttuğu ölüme sanki hep alay edercesine göndermeler yaptı. İkisini hiçbir zaman birbirinden ayırmadı. Hayat aslında başlarken bitmeye yüz tutuyordu:

"Dünyamsın benim, zorbam, düzenim / Bundan gözlerim göğe çevrili, / ellerim denizde. / Hiç katılmadan sende yaşıyorum, /dirimimsin benim, / doğarken öldüğüm."
Kırılıyor, anlamlandıramıyor, kimselere sezdirmeden diplere varıyordu. Bu, salt kendi dünyasında yaşadığı, dışarıya sözcükler yoluyla akıttığı; dostlarının yanında coşkuya dönüşen hassas ruhunun eseriydi. Dizelerinde bütün isyankâr ve öfkeli tavrının arasında çocuksu saflığını, ışığa ulaşma umudunu da barındırıyordu. Yorulduğu, tükeneceğini hissettiği anlar oldu. Yine de dostları Nilgün Marmara'nın coşkusundan, dostluğundan ve cesaretinden çok etkilendiler. Kimi salt varlığından; kimi yazın dilinden ilham aldı. Yakın dostu Seyhan Erözçelik onu "çocuk hanımefendi" olarak tanımlıyordu. O yıllarda "umutsuzlar merdiveni" olarak adlandırdıkları yerde, derslere girmeyip o merdivende uzaklara dalıp gidişi hatıraları arasındaydı Erözçelik'in. Yaşamı boyunca yazdı ve çeviriler yaptı; yalnız bir kez bir reklam ajansında çalışmayı denedi, ancak ilk işi bir ölüm ilanı yazmak olunca hem çok güldü hem de işi bıraktı. Ece Ayhan'ın sivil şairi, Cemal Süreya'nın ise dünyayla yaralı'sı oldu. Süreya ona Scott Fitzgerald'ın çılgın eşinin adı olan Zelda ismini yakıştırdı.
ŞİİRİNDEN KONUŞMAZDI...
Alaycı bir biçemde ama ille de ölüme yüz tutan şiirlerinde yaşamına dair çok fazla ipucu vermedi okuyucuya. Sadece çok anlamlılıktan herkesin kendinden bir şeyler bulabildiği, aslında çocuk-kadın Nilgün Marmara'nın biyografisiydi yazdıkları. En yakın dostu Gülseli İnal'ın derlediği "Kırmızı-Kahverengi Defter"de bile diğer sanatçı güncelerinden çok farklı notlar, anıştırmalar vardı. Okuyucuyu zorlu bir yolculuğa, labirentler içinde bir oyuna sürüklüyordu. Hayatın neresinden dönülse kârdı onun için; bitmeyen, dinmeyen acının tek bir çıkış kapısı olduğundan emindi. Bunu her defasında dillendirmekten çekinmeyişi, ölüme uzanan yolda yürüdüğünü açıkça tarifleyişi çocuksu cesaretine, biraz da yaşamı çok iyi tanıyor oluşuna bağlanabilirdi. Bir anlamda da dostlarının Nilgün'ü olması bu yaşamla arasındaki tuhaf ve esnek ilişkideki cesaretinden, herkesten farklı oluşundandı. Kızıltoprak'ta eşiyle birlikte yaşadığı evin kapısı bütün dostlarına her zaman açıktı. Evi, dönemin ünlü sanatçılarının buluşma, toplanma yeriydi. Cemal Süreya'ya göre saat beşten sonra kılık değiştiren, ruhu bambaşka bir biçim kuşanan biriydi. Coşkusu ve herkesi kendine hayran bırakan güzelliği bu saatlerde ortaya çıkıyordu. Gözleri eşsiz güzellikte, insanı büyülercesine bakan, konuşan bu kadın, herkesin gerçek marjinal dediği ve Ece Ayhan tarafından tasvirlenen bir hayali bir müzik grubunda bando şefiydi. Ece Ayhan ve Cemal Süreya bir söyleşide Nilgün Marmara'nın şiirlerinden, şairliğinden çok söz etmeyişinden söz ederler. Ece Ayhan bunu Nilgün Marmara'nın gerçek bir marjinal oluşuna bağlar; ona göre gerçek marjinaller kendi şiirleri hakkında konuşmazlar. Nilgün Marmara da zaten yazdıklarını içinde yaşayan;bunları söze aktarırken yalnızlığına çekilen bir şairdi. Çocuksu sevinci, asla terk etmediği masumiyeti, hayatla bu kadar inatlaşırken bir yandan da ona sıkıca sarılma çabasının sonucuydu: "bir şeyden kaçıyorum. Kendimi bulamıyorum. Dönüp kendime yerleşemiyorum. Kendime bir yer edinemiyorum. Kafatasımın içini bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım. Ölü ben'im kendisini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden. Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl eğlenir..."
KALABALIKLARDA BİR SLAV DÜŞESİ
Hayat onun için salt bir bekleme salonuydu. Misafirlerle dolan, insansızlıkla saydamlaşan, yolculuklarda bile bırakmadığı... Bir sene kadar Libya'da yaşadı, sonra da Avusturya'ya gitti. İzlenimleri şiirlerine yansıdı.
Marmara'nın dostlarından biri, yazılarında ve söyleşilerinde adını sıkça geçiren Lale Müldür'dü, kahvaltıları, rafadan yumurtaları Hint baharatıyla sunuşu, kalabalık buluşmalarında dikkati en çok onun çekmesi... Müldür son kitabı "Anne Ben Barbar mıyım?" da onun için "kalabalık toplantılarda bir Slav düşesi" diye söz edecekti. Müldür'e göre; gece yaşamına, konyağa ve aryalara yakışan biriydi Marmara. Cezmi Ersöz içinse esin perisi ve gerçek bir dosttu. "Kırk Yılda Bir Gibisin" adlı kitabında "Biraz Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonnasıydın, biraz Ahmed Hamdi Tanpınar'ın Huzur'da anlattığı Nuran" diye yazıyordu "en çok da Nilgün Marmara'ydın.Yine Tanpınar'ın Bir Yaz Yağmuru romanındaki o büyülü, uçarı kadında da senden çok izler vardı. Masum bir sevinç için ikbal yakan kadınlardandın sen". Asla yerleşik olmak istemeyişi, hayata saplanıp kalma fikrinin şiirine yansıyan kâbusu, kendi çığlık tünellerini oluşturdu. "Cam kırıklarından bir elbise" giyerek hayat içinde, insanlar arasında yaşadı. Bu karanlık tünellerde yalnız başınaydı. Ne kimseyi dahil etti; ne de akşam beşte kılık değiştirir gibi üzerinden attığı bu acı renkli elbiseyi birilerine gösterdi. Birilerinin dostu, sırdaşı, eşi, ilham perisi oldu. Yine de pek çoğu onu, şiirlerinde bağıra çağıra dillendirdiği ölüme taşıyan gerçek sebebi bilemedi. Kimi hafızasını yokladı, kimi ipuçlarını sonradan birleştirebildi. Ama herkes için 29 yıllık bir yaşamın sonlanışı kekremsi bir tatla yıllarca içte çağıldayan bir yara oldu. Her ölüm erkendi; ama Nilgün Marmara için daha da erken. Oysa o en son söylenecek sözleri en başta dile getirmiş, bekleme salonunu terk etmek, çağırdığı ölüme gitmek için bütün hesapları görmüştü. Cemal Süreya, Marmara'nın ölümünden sonra bir anısında şairin, bir dosta ölüm tasarısından söz ettiğini hatta ölmeden beş altı gün önce "Aydan el sallıyorlar bana" dediğini anlatmıştı.Bir başka durağa varma arzusu, yeni yolculuğuna çıkma zamanı kendince belirlediği biçimde ve anda geldi, bunu kendi yöntemiyle; ancak çok hazin bir biçimde gerçekleştirdi: "ölürken kahkahamı ona bırakacağım, kış uykusundaki melek"

Güzel kahkahasını kime bıraktığı elbet bilinmiyor; ama sözcüklerini, yaşamının izlerini kimlere, nasıl bir etkiyle bıraktığı apaçık. 29 yıllık yaşamı 13 Ekim 1987'de İstanbul Kızıltoprak'taki evinde son buldu. Kentlerin havaalanlarından çok düş alanlarına gereksinim duyduğuna inanan "Dünyayla Yaralı Zelda", Ece Ayhan'ın anlatımıyla, "üzerinde mor bir elbiseyle, denize ters yönde bir çığlık bile atmadan, kendini 6. kattan aşağı bıraktı." Ölümünün ardından en trajik yorumu Nejat Bayramoğlu yaptı: "Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi yaptı kız". Yaşamı boyunca çığlık tünelleri kazıyan Nilgün Marmara ölüme giderken hazırlıklıydı. Sevdiği renge bürünmüş, çığlık bile atmamıştı. küçük İskender'in deyimiyle, Nil'de Gün Ansızın Battı! l

3 Ağustos 2008 Pazar

unut...tum

bir yaradan; kemikleşmiş sancıdan aşağı.. yokuş aşağı...dipsiz hazların sonundan geçip hiçbir yere varmayacağını bilerek yürüyenlerden öğrendiğimiz...karmakarışık, kan tutan çocuklar, kimseye emanet edilemeyen acılarıyla bağır- çağır... bir yer vardı hep gidilen; acıyı ve kahrı saklamaya gerek duyulmayan.
adı yok şimdi. unutulmuş!
biz uydurmuşuz! demeye dilin varmadığı..
yaralar dökülünce altı bembeyaz..ten daha kutsanmamış yenileriyle. kendini kusmuyor, rengi hayat karası olmamış henüz. çok korkan çocuklar çörekleniyor orta yerine hikayenin. gerisini anlatmak zor iş. susup kalmak dilin yaraya değmesi...Tuz tadı: ince-kesif-öksüz
adı bilinmeyen ya da unutulmuş gibi yapılan o yerde şimdi atlıkarıncalar dönüyor. bazısı içlemiyor oyunları, tıpkı şimdiki gibi. "çocukça" diyor ya da en iyi bildiği gibi "boşver"le geçiştiriyor kendi beyaz kabuk altı hikayesini.görünmezle bilinmez arasında yokuş aşağı düşen; düştüğü yerde "bu bir rüyaydı/ ben iyiyim" diyebilen koca insanlar oluyor. aklını tavan arasında toza teslim edip akıllandım oyununu oynayan.
oysa düşendik, düşerken yaraların yenilerine yer açan...

16 Temmuz 2008 Çarşamba

özürlü özleyiş...


kör kurumuş bir yola yürümekle gözlerin hiçe kapanışı...ne fark eder? ılıktı yaz başıydı; belki de ben uydurdum. öyle olmasını umardım. sen böyle dilemez miydin?
... sonra unutuldu. neden sonra adının geçtiği yerlerde sadece başka bir cümlenin beklentisiyle sustular. ben içime konuştum; hep!.. adınla anılan bir güzelliğin emanet olduğunu, elde kalan son şeye benzediğini bildiğim için..
susarsam sesin yiter sandığım için.
özlemek acının temize çekilmiş hali mi; korkutan cümlelerin arasına sinmiş bir iyilik umudu gibi? hangi coğrafyada derin acıların yerini kahkaha alır? daha deli yakmaz mı yokluk?
sordum..
kimse bir şey diyemedi. çok fazla deyip susanlar oldu. maskeli yaraların kahır bulaşmış özürüydü bu..
özür dileyenler çıktı. unuttukları için..
ben unutmadım...

22 Haziran 2008 Pazar

radikal kitap 'ta 20.06.2008 de yayımlanan yazım..

İnsanı asla terk etmeyen hatıralar

AYŞE SAĞLAM
Birbirinin içinden geçen, kardeş ama her defasında yeniden damıtılmış öykülerden oluşuyor ‘Şehper, Dehlizdeki Kuş’. Çocuk-kadınların merkezde olduğu, başkalarının ellerinde ezilen yaşamların mevzubahis edildiği on yedi öyküden


Çocuk olmayı bilmeden büyümüş kadınlar, baş aşağı edilmiş yaşamlarında düşsel geçitler açarlar. Hayatın onlar için hazırladığı tuzaklara düşmeden önce masallara inanırlar. Yaşlandıkça çocuk kalan, ama hep iri adımlar atmaya zorlanan kadınların dünyasında zaman ya hiç olmamıştır ya da onları eritecek denli hızlı akar. Şölenler, panayırlar, renk renk oyuncaklarla bambaşka bir hayattan söz eden lunaparklar kurulur; salt zamanın hiçliğine bir anlam uydurabilmek, kötücül olanı iyileştirebilmek için... Dönmedolapların olduğu bir dünyada acı sağaltılabilir, korku bir süreliğine de olsa kılık değiştirebilir. Kaderin kedere evrilişinin önünde sadece bu çocuk kadınlar durabilir. Bir tek onların değişmek bilmeyen hayatlarıyla, korkularıyla ve unutmanın imkânsızlığıyla her gün yeniden yüzleşme cesareti vardır.

Birbirinin içinden geçen, kardeş ama her defasında yeniden damıtılmış öykülerden oluşuyor Şehper, Dehlizdeki Kuş. Çocuk-kadınların merkezde olduğu, başkalarının ellerinde ezilen, anımsamaya yazgılı yaşamları konuşturan on yedi öykü, ustalıklı kurgu ve özgün imgelerle örülmüş, çok kez romana göz kırpan bir akrabalıkla ilerliyor. İçe dokunan, derinde bir şeyleri acıyla kıpırdatan; tehlikeli bir yüzleşmenin kapısını aralıyor yazar. Hemen herkesin yakınından geçen bildik hikâyelerin, ayrıksı kahramanları imgelemler dünyasından, ürkünç bir canlılıkla yaşamın içine dağılıveriyorlar. Çoklukla hayatın sessiz bıraktığı, geçmişin acı hatıralarıyla bezip suskuya gömülmüş birbirinden farklı öykü kişiliklerinin çoğu kadınlardan oluşuyor. Öykülerin merkezinde, kötücül ve karanlık hayatı yaran, ışıklı ve çoksesli bir lunapark duruyor. Seslerin şarkıya dönüştüğü, en sıradan eylemin bile sesle kendini anımsattığı bir rüya/kâbus içinde bellek dehlizinde sıkışıp kalan hatıralarla baş etmeyi sağlayan... Adeta aynı mekân ve aynı zamansızlıkta, kalabalığa sinmiş birbirinden ayrı hayatlara bakış atıyor yazar.

Şehper, Dehlizdeki Kuş, yaşamları boyunca sözlerine gerek duyulmamış, kendi hayatları konusunda bile fikri alınmamış kadınların son sözü söyleme çabalarına bakarken, kimi ince duyarlıkları yitirmemiş erkeklere de yer veriyor. Öyküler ilerledikçe, tuhaf bir gerçeklik ve şüphe iç içe giriyor; çünkü bazı öyküler özellikle yarım bırakılmışcasına yeni bir öyküde açıklık kazanıyor. Boşluğa açılan bir kapıdan içeri girme heyecanı, geç yapılmış bir itirafın acımsılığını, bazı hatıraların asla insanı terk etmediğini çarpıcı bir dille anımsatıyor. Unutmanın mümkünsüzlüğünü kavrayan ve korkmayı bilen insanların acıyla yaşamı iteklemeye razı gelişlerini, yaşadıkları travmaların ürkünçlüğünde fark ediyoruz. Yazarın imgeleri özellikle çocuklar ve çocuklara ait hayatlardan besleniyor. Yalınlığa eklemlenmiş özgün bir anlatım ve şiirsel imgelerin yarattığı rüya atmosferinde zaman adeta hiçleniyor ve her an her yerde mümkün olabilecek denli içimizden parçalar canlanıyor. İlk öyküde öykü kişiliklerinin şimdiki zamana sızışı ve şimdinin o belirsiz zamana karışması anlatılırken bir anlamda öykünün öyküsü yazılıyor ve kurgu büyüleyici bir biçim kazanıyor. Kadınların varlığını hissettirmesiyle sık sık anımsatılan şölen kurulmuş oluyor. Bundan sonrası rüyalara ve gerçekliğe ne kadar dönük olduğumuza kalıyor...

Ayşegül Çelik’in ikinci öykü kitabı olan Şehper, Dehlizdeki Kuş ağır ama güçlü adımlarla yürünmüş bir yolun sonuna ulaşmaya değecek denli özgün bir eser. Hayatların kesişimindeki korkunç sahiciliği öyküye dönüşürken dilin en güzel olanaklarını kullanmış, okuyucuya birtakım sorular eşliğinde illüzyona bulanmış bir farkındalık bırakmış. Şehper, Dehlizdeki Kuş, hemen yanı başımızda soluk alan bir çocuğun içindeki dehlizi, ya da bir kadının içinde saçları uzamaya devam eden bir çocuğu görmek için alışılmışın dışında bir ipucu fısıldıyor. Yıldızların ve rengârenk lunaparkların gerisinde yaşanan bambaşka hayatlar olduğunu da...


ŞEHPER, DEHLİZDEKİ KUŞ Ayşegül Çelik, Yapı Kredi Yayınları, 2008, 80 sayfa, 5 YTL.
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=884340&Date=24.06.2008

6 Haziran 2008 Cuma

git zaman!

Gel zaman git zaman.. hiçbir yerinden başlanmayan ya da elbet zamanın tenhasında unutulacak hikayeler, yok sayılmış ve yorgun… ama dokunmasız bir hiçlikte apansız yakalınıveren…
Gitmeler-kopuk
Ayaz sersemi bir gölge uzak; upuzak yerinde dünün,
kim görür-kim unutma oyununda galip gelir?....

Parçaları birleşmiyor hayatın. koptuğu yerde bırakılan; ama ille de birilerinin sahiplendiği; tıpkı bir akşamüstü gibi. Uzun susmalardan sonra sessizce kalkıp giden birileri gibi... Tutsak sözcüklerin ışığa yazgılı kaçışmalarını izliyor o birileri. Ellerinde yazılı-yazısız ama ille de dilsiz hatıraların yarası. Kapanmıyor….birileri-bazı eksik yüzlü birileri başkalarının hikayesinde yorgun düşüyor. Uykuya dağılıyor birbirini tutmayan özlemler. Açık yara sızlar. Yarlardan düşer, bin parça ama çok zaman hiçbiri birinin değil…
Gel-git
Zaman kör ve dilsiz.
“Hani bir zaman bir yerde yeniden”
Oysa hala dilde bir inilti… “hiç” hem de hiç…
Gözlerden uzak sisler içinde alıntılıyor hayat özlemi. Sessizce; ılık bir yaz akşamı içlerde kan kurusu sızılar…buruk ve coşkulu. Gitmek bırakmak kadar kolay olmuyor. Adımlar geriye düğümlüyken haritada en uzak yer yaraların kabuk tutuşu, kırmızı bir iz bırakışı demek unutmaksa çok sonraların hesabını görmeden uzun bir uykuya emanet edilmiş elveda… yok sayılan,gel-git
Ve ne yazık
Çok çabuk silinen zaman….

25 Mayıs 2008 Pazar

radikal kitap 'ta 23.05.2008 de yayımlanan yazım..

Beş kişilik yalnızlık
Beş kişilik yalnızlık


23/05/2008
AYŞE SAĞLAM

Popüler kültüre göndermeler taşıyan ‘Cesaret Beşlisi’, müziğin ve insan ilişkilerinin sorgulandığı, cesaretin aslında bilinen anlamından çok daha derinlikli ele alındığı özgün bir eser

Postmodern bir masal içinde avangart klasik müzik eşliğinde cesaretlerini yalnızlıkla bölüşmek zorunda kalan beş insan...
Uluslararası üne sahip vokal grubunun, birbirinden alabildiğine farklı yaşamlarını, düşleri uğruna temmuz sıcağında görkemli bir şatoya sürüklemesi, aslında sonu belirsiz bir yolculuğu kabullenmeleriyle başlar. Yıllardır birlikte çalışan, aslında birbirini hiç tanımayan, isimleri müzik dünyasında seçkin bir yer edinmiş vokal grubu Cesaret Beşlisi bu defa kariyerlerinin dönüm notasını oluşturacak, güç ve denenmemiş bir eseri prova etmek için Martinekerke ormanına konuşlanmış ‘Luth Şatosu’nda zorlu iki hafta için bir araya gelir. Cesaretleri yaptıkları işin ayrıksılığıyla sınırlı, tedirgin ruhlarını maskelemek için araya koydukları sınırların ardında yapayalnız grup üyeleri, kendilerini nasıl bir hikâyenin içinde bulacaklarından habersiz, doğanın ürkünç sessizliğine kapılırlar. İsmi klasik müziğe yeni bir pencere açma cesaretlerine bir gönderme taşıyan Cesaret Beşlisi, kendilerine modern müziğin zorluklarını göze alacak kadar güveniyor olsalar da salt müziğin içindeyken duydukları bu sonsuz cesaret günlük hayatlarında çarpıcı bir hızla yerini kayboluşa ve yalnızlığa bırakır.
İtalyan besteci Pino Fugazza’nın Partitum Mutante adlı eseri, dönemin bütün kabullerini alaşağı edişi ve yorumlanması için büyük bir cesaret gerektirmesi nedeniyle Cesaret Beşlisi için yaratılmıştır adeta.

Huzursuz ruhların birlikteliğinden doğan Cesaret Beşlisi, zorlu sınavlarına en genç üyeleri Dagmar’ın bebeği Axel’i de sırtlayarak bisiklet üzerinde şatoya gelmesiyle başlar. Bu beş kişilik yalnızlık, şatoyu da içine alan görkemli Martinekerke ormanının ürkünç sessizliğiyle sarmalanır. Ruhunun derinliklerinde büyük ızdıraplar taşıyan Catherine bu açmazın farkında olan tek kişidir. Aklının karışıklığı yeteneğinin bile önüne geçmiş, sık sık zaman-mekân ilişkisinin dışına taşan, hemen her şeyden ürken Catherine bunca zamandır birbirleri hakkında hiçbir şey bilmediklerini dehşetle fark eder ve Partitum Mutante’den çok daha önemli bir sorunla boğuşmaya başlar. Kaosun ve çıkmazın eşlik ettiği iki hafta aslında grup üyelerinin yeteneklerinden çok hayatlarını sorguladıkları bitimsiz gibi gelen bir sürece dönüşür. Bir arada geçirdikleri zaman böyle bir eserin prova edilmesi için yetmese de birbirlerine olan tahammüllerinin sınırlarını sık sık aşar. Aile olma zorunluluğunun yarattığı baskı en sıradan konularda bile büyük tartışmaların yaşanmasına yetip artar. Bir arada durabilme yetenekleri tükendikçe her birinin tuhaf özellikleri de yavaş yavaş su yüzüne çıkar. Mutlu bir sona doğru yürümediklerini fark etseler de birbirlerini keşfediyor olmanın gerilimiyle yüklü bitimsiz tartışmalar ve kavurucu sıcak onları neyin beklediğini sezmelerini engeller.

Modern dünyaya, popüler kültüre göndermeler taşıyan, oldukça yalın bir anlatımı olan Cesaret Beşlisi, müziğin ve insan ilişkilerinin sorgulandığı, cesaretin aslında bilinen anlamından çok daha derinlikli ele alındığı özgün bir eser. Modern ve klasik göndermelerle ve dinamizmi hiç eksiltmeyen gizem öğeleriyle günümüz insanının trajedisi alaysı ama dokunaklı bir dille aktarılıyor okura. Burnunun ucundaki insanı tanıyamayacak kadar kendine dönük ve yalnızlıkla ördüğü duvarı bile aşmaya cesaret edemeyen bir grup insanın yaptıkları işte ne kadar cesur olabileceği ikilemi roman boyunca sorgulanıyor. Ormanın ürkünç sessizliği içinde içine kıvrılıp kalan ve kendilerine seçtikleri Cesaret Beşlisi adının hakkını verip veremedikleri endişesiyle yavaş ama acılı bir çözülme yaşayan grup üyeleri bir başkasını ve dolayısıyla kendini tanıma cesaretini bulamadıklarında kaybetmeyi ve vazgeçmeyi deneyimliyorlar.
1992’ den beri İskoçya’da tıpkı Martinekerke’deki ormanın gizemli ve ulaşılmaz çağrışımlarını anıştıran bir münzevi hayat içinde eserlerini üretmeye devam ediyor. Cesaret Beşlisi kaotik ve bireyin sonsuz yalnızlığa mahkûm edildiği modern dünyada kendini keşfetmek için nelerin göze alınması gerektiğini alaysı ve çarpıcı göndermelerle dillendirirken, okuyucuyu hiç duymadığı bir müziğin içinde gezintiye çıkarıyor. Bu yönüyle Cesaret Beşlisi müziğin olduğu kadar dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın modern dünya insanının trajedisi içinde bilinmeyenle yüzleşme cesaretinin de romanı...

CESARET BEŞLİSİ
Michel Faber, Çeviren: Nurcan İnce Ateş, Sel Yayınları, 2008, 122 sayfa, 8 YTL.

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=EklerDetay&ArticleID=879108&Date=25.05.2008&CategoryID=40

3 Mayıs 2008 Cumartesi

radikal kitap 'ta 18-04-2008 de yayımlanan yazım..

Kumdan buhranlar

Kumdan buhranlar
Japon edebiyatından dilimize geç kazandırılmış olsa da açığı kapatacak kadar etkin bir eserle karşı karşıyayız. 'Kumların Kadını', anlatımı ve Kafkaesk çağrışımları ile unutulmayacak bir roman

18/04/2008

AYŞE SAĞLAM

Bir böceğin yaşama ilham olan tuzağı ve kum yığınları arasında yapışkan bir tutsaklık... Yaşamın tuzla buz olduğu, hiçbir şeyin artık eskiye benzemediği bir ıssızlıkta, durmadan çabalayan, cezanın kaçmakla iç içe geçişinde çaresiz kalan bir adam. Dağıldığı yerde yeniden başlamanın umudu ve aslında hep biraz eksilmeyi yaşayan. Kobe Abe'nin Kumların Kadını böylesi bir parçalanışı, aşılabilir gibi görülenin orta yerinde hapsolmayı anlatır. Kafka' nın eserlerindeki dünyayı çağrıştıran Kumların Kadını avının peşinden giderken, kendini av olarak bulan Cumpei Niki'nin farkında olmadan sadece gidiş bileti alıp, hiç bilmediği bir yaşamın kapısını aralayışının öyküsü.
Cumpei Niki, kendini kumun dansına kaptırıp ender bulunan bir böceği yakalamak telaşıyla geride kalan yaşamın bunalımlarından kurtulduğuna o kadar inanır ki, hayalle gerçek arasındaki sınırı yitirir. Kumun büyüsü içinde zaman ve mesafe kavramları başkalaşır. Kumdan kafesine ulaştığında yepyeni bir varoluş öyküsünde bulsa da kendini, tutsaklığı, mantığıyla örtüşmeyecek denli saçmadır... Tuhaf bir iklimde, çok iyi bildiğini sandığı kum koşulları arasında nasıl bir hapsoluşa mahkûm edildiğini anlayamaz. Sarı-gri bir labirentin içinde, attığı adımlar onu hep aynı noktaya; en başa taşırken zihnindeki bulanıklık ortama uyumlanır. Yanında ise bütün yaşamsal belirtileri silinmiş, hayali bir kaleyi bekleyen askerle özdeş bir kadından başka kimse yoktur. Evinde bir gece konaklamayı umduğu bu kadına, birlikte kâbus gibi bir hikâyeyi paylaşacaklarını bilmeden sığınır. Bu da bütün hayatını altüst edecek, bildiği ve hatta emin olduğu her şeyi bir anda tersine çevirecek bir başlangıç olur.

Buyurgan ve öfkelidir kum
Yolculuğa çıktığına dair tek ipucu yazıp göndermediği bir mektuptur ve yokluğu fark edilmedikçe yeni yaşamın onu sindirmesi kolaylaşır. Günlerce nasılsa çıkıp gidebileceğine olan inancı onu ayakta tutsa da kumlar arasındaki bu tuhaf yaşayış bütün inançlarını yavaş yavaş siler. Yalnızlığı düşüncelerinin acımasız akışına geçit verirken, aslında ince bir varoluş sorgulaması içinde bulur kendini. Yaşamının başka ellerin insafında olma düşüncesini kabullenmek elbette kolay olmaz ve labirentin içinde kendi sözünü söyleyebilmek için çıkış yolları arar. Buyurgan ve öfkelidir kum, kımıldadıkça daha dibe saplanıp kalmak, aslında buradan çok farklı olan hayatına alaycı bir göndermedir. Oradaki anlamsızlık, iletişimsizlik ve bunalım onu buralara kadar getirmiştir; yokluğu fark edilse bile yola çıkışındaki gizem ve seçimleri yüzünden geride bekleyen birilerinin olmadığını görmek, çabasındaki tek itkinin; umudunun önünü keser. Böcek koleksiyonculuğu gibi bir uğraş yüzünden başına bunların gelmiş olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Uğraşı yeterince anlamsız ve saplantılıdır. Bu yüzden güçlükle eline geçen gazetelerde günlerce boşuna bir çabayla kendini arar. Gücünün azaldığı yerde öfke belirse de bir süre sonra kadınla ortak bir yazgının açmazında olduğunu anlar. Hatta zamanla, kadının kum tarafından örselenmiş bedenine bir yakınlık duyması ve her firar aşamasında ona ihanet ettiği düşüncesi, içinde başka bir tutsaklığı doğurur.
Bütün bu yönleriyle gelgitlerin hiç eksilmediği, kumun bütün bezdiriciliğine karşın devinimi yüksek bir okuma sunuyor Kumların Kadını. Ruhu sıkıştıran, Cumpei Niki'nin kâbusuna ortak eden bir anlatımla, Kafkaesk çağrışımlarla yüklü, Japon edebiyatından dilimize geç kazandırılmış olsa da açığı kapatacak denli etkin bir eserle karşı karşıyayız. Romanda kumun bilinen anlamından çok başka yepyeni bir özelliği, gerektiğinde bir insanı tutsak kılacak denli hoyrat oluşu irkiltici bir gerçeklik kazanıyor. En korunaklı hapishaneden bile çok daha geçit vermez ve kaçışı olanaksız kılan bir hücreye dönüşen kum, aslında bireyin kendi yalnızlığında ne kadar çaresiz ve savunmasız kaldığının da simgesi. "Yalnızlık hayal peşinde koşup da doyurulmamış susuzluktur" ifadesiyle romandaki o geniş hayal imgesinde, bir anlamda hayal işçiliği yapan bir kadının acizliğine salt tanıklık etmek yerine ona bütün varlığıyla dahil olan bir adamın iç burkan karanlığına ortak oluyoruz.

Gelmeyeni beklemek
Kasvetle yüklü tasvirlere karşın efsunlu bir dünyaya çekiyor okuru. Kadının hiçbir soru sormadan yazgısını kabullenişini, Kaf Dağına merdiven kurmak için taş taşımaya benzeten adam, kendi hayatının anlamsızlığını da idrak etmeye başlıyor. Bu yönüyle varoluşçuluğun romanın bütününe hakimiyetinden söz edilebilir. Böcekle başlayan kıyaslama, yaşamın bütününü içine alan geniş bir sorgulamayı beraberinde getiriyor. Tutsaklığın şehvete, şehvetin de vicdan hesaplarına evrilişindeki duyarlık romanın kurgusunda yer yer hissedilen çarpıcı bir öğe aynı zamanda. Gelmeyeni beklemek, nedeni bilinmeyen bir suçun bedelini ödemek, girişi olmayan bir yerden çıkmaya çalışmak... Bu anlamda Kafka ve Beckett le benzerlikler gösteren ve 1962' de Yomiuru Ödülü'nü alan roman, varoluşçuluk sorununa değinen yönüyle de Sarte'yle ilişkilindiriliyor.
1924'te Tokyo'da doğan Kobe Abe doktorluk diploması aldıysa da hiçbir zaman doktorluk yapmadı. Matematik ve böcek koleksiyonculuğunun yanı sıra Heidegger, Jaspers ve Nietzsche üzerine araştırmalar yaptı. İlk kitabı 1947'de yayımlandı. Edgar Allan Poe, Samuel Beckett, Rainer Maria Rilke ve Dostoyevski'den etkilendi. 1962'de yayımlanan Kumların Kadını (suna na onna) ona Yomiuru Ödülü'nü getirdi. Yönetmen Hiroshi Teshigahara tarafından sinemaya aktarıldı ve Cannes' da jüri özel ödülü aldı. 1993'te ölen yazarın baş yapıtlarından biri olan Kumların Kadını, Japonya'da yayımlanışından kırk altı sene sonra dilimize çevrilerek büyük bir eksikliği tamamlamış oldu. Japon edebiyatının bu özgün eseri yer yer coşku ve gerilim eşliğinde bilinmeyenin çekiciliğine kapılan okuyucuya kumdan tuhaf bir dünyanın kapısını aralarken, cesaretin sorgulandığı, karanlığa çıkılmış bir yolculukta biletin yalnızca gidiş olabileceğini anımsatıyor.



Olaya kum tarafından bakılırsa şekli olan her şey anlamsız. Kesin olan yalnızca her türlü şekli reddeden kumun hareketliliği. Fakat, aradaki ince tahtanın ardında, kadının kum temizliği değişmeksizin sürüyordu. Öyle bir kadının incecik kolları acaba ne kadar etkilidir? Neredeyse suyu ikiye ayırarak ev kurmaya çalışmak gibi bir çaba değil mi? Suyun üzerine, suyun karakterine uygun olarak gemi koymak gerekir.
Bu düşünce, kadının kum temizlerken çıkarttığı seslerin o tuhaf, zorlayıcı baskısından, adamın aniden kurtulmasını sağladı. Su için gemi uygunsa, kum için de uygun olmalıydı. Evin sabit olması gerektiği kavramından özgür kalınırsa, kum ile savaşmak için boşuna uğraşmaya gerek de yok. Kum üzerinde durabilen özgür bir gemi. Hareket halindeki bir ev, şekli olmayan köyler ve şehirler...
Elbette kum sıvı değil. O yüzden de kaldırma gücünün olacağını beklemek anlamsız olur. Sözgelişi, özgül ağırlığı kumdan daha hafif olan şişe mantarı gibi bir malzeme bile, hiçbir şey yapmadan bırakılırsa doğal olarak batar gider. Kumun üzerinde kalacak geminin çok daha farklı bir niteliği olmalı. Sözgelişi, salınımlar gösterebilen fıçı gibi bir ev... Çok küçük bir dönüşle, yapışan kumları silkeleyip yine yüzeye çıkabilir... Zaten, evin tamamı sürekli dönecek olursa, içinde yaşayanlar huzur bulamaz... O yüzden bir şeyler icat ederek fıçı iki kat yapılmalı... İç kısımda kalan fıçı, eksen merkezinde dibi yerçekimine uyacak şekilde yapılırsa mesele kalmaz... İç kısmı sabit kalacak, sadece dış kısmı dönecek... Büyük saatlerin sarkacı gibi salınan evler... Beşik şeklinde evler... Çöl gemileri...
Sonra, böylesi gemilerin bir araya gelmesinden oluşan, sürekli salınan köyler, şehirler...
Derken, adam uykuya dalıvermişti.
Kitaptan


  • KUMLARIN KADINI
    Kobe Abe, Çeviren: Hüseyin Can Erkin, Merkez Kitaplar, 2008, 187 sayfa, 13 YTL.
  • http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=7546

    12 Nisan 2008 Cumartesi

    BİR ZERRİN ŞARKI......


    Zerrin Tekindor’ a

    Solmuş bir masal zamanıydı. Bir şeyleri beklemek, yarın denene yürümek kadar zordu. Elde zamandan aynalar, daha erken dedikleri bir yorgunluğa ışık ışık çarpardı. Yalnız hayaller, olmadık hikayelerin ara cümleleriyle yola çıkmak bir meczubun işiydi. Buralarda düş kuranlara baktıkları göz bizimki gibi parlamıyordu. Birileri vardı; olmalıydı. Salt düşlere uzanan yaşamda hangi gerçek akla uyardı; yine de bilerek değil hissederek yürünse dağılırdı karanlık.
    Hissettiklerimin hesabını görmesi için gölgeme yakarmıştım. Kabuldü. Tek bir şartı vardı. Zaman zaman ben bile çeker giderim!!! “Aklı telaşlı”ların yalnızlığına hiçbir gölge katlanmazdı zaten; olsun. Öyle de olmuştu. İyi ki sözcükler ve onların gizli saklı sahipleri vardı. Onların gölgesi çok önceleri gitmişti; korkmuyorlardı. Cesaret biraz bundandı. Yazıp anlatmak için onların sesi yeterdi. Sayfa sayfa hikayenin yetmediği; en çok da uzun geldiği…. Hele bazen ansızın gelip gözlerindeki yıldız tozlarını savura savura bakarlardı ki; onların yanında kalem erir, sayfalar yanardı kendiliğinden. Meleklerin efsununa dolanmış, ıhlamur tenli kadınlardı onlar. Azdılar. Bir kent en çok onlar yüzünden ateşe verilmeliydi. Hiçbir parıltının yetmediği, onlar varken Ay’ın utançla çekip gittiği şehirler baştan sona yanabilirdi. … Hikayelere adları düşer, anı çokluğundan zorlukla kapatılan bavullar, hep gidiş alınan biletler ve gitmelerin yazgısına vurgun yürekler yeni yaşamlar arardı. Hangi hikayeye yansısa renkleri perilerin çıkmazında şenlik olurdu. Yükseklerden baktıklarını kendileri dahi bilmez, sessiz bir çekimle dünyaları peşlerine katarlardı. Böyle birini gördüğümde duydum perilerin şarkı söylediğini. Güzel yüzlü, aydan daha parlak gözleriyle vardı; gerçekti. Yanında kim olsa giderek sözü sesi yiter, o bildiği dilde “üstü kalsın” derdi. Hayata kalırdı bu; hayat ağırlaştıkça yorulmaz, yine içten bir kahkaha devrederdi yorgun ruhlara. İnatla fazla geldi sözlerim, bunca doğala fazla uzun. Nasılsa anlatmakla olacak gibi değildi… En çok da azaldım anlatmak telaşıyla. Aklın oyunlarından yol aradım, ona varsın, renkler kuşanıp karşısında dursun diye. Zaman hızla geçti. Bir tesadüf, en çok da mucize gerekiyordu sesimi karşısında çatlamadan dimdik tutabilecek.
    Karşımda durduğunda ne çok yer aramış, nasıl zaman kaybetmiştim… Oysa uzun cümlelerin ardında küçülürmüş hayatlar. Dillendirilmeyenle eksilenin yerine hiçbir şey konamazmış. bu büyülü hikaye gölgesiz de yazılabilirmiş..
    Bir kadın tanıdım. Onu anlatmak için hangi hikayeye dokunsam, şiir oldu. Gözlerindeki ışık için ille de bir melodi gerekti. Yüzünde şarkıların peri seslerinden duyulduğu,....

    3 Nisan 2008 Perşembe

    2 nisandı....

    sözcüklere sığmayacak kadar uzun,dün gibi yanıbaşımda yokluğun...bir yıldır yoksun.ömrümden çalan saatlere sözüm yok.ama sensiz bir dünyada yaşamak neye benziyor? sen de bunu bilmiyorsun.annem,,,
    kalbimin neden çölleştiğini dillendiremiyorum.yüzüme bakıyorlar.sanki sen hiç olmamışsın gibi...

    18 Mart 2008 Salı

    BİR ARKADAŞ İÇİN....



    Bir Arkadaş İçin



    Aşağıda yatıyorum
    Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda
    Bir ses, birden bir olay oluyor
    Kulağımın dibinde
    Bir dal Bir cama vuruyor
    Tezer



    Can Yücel

    15 Mart 2008 Cumartesi

    kitapsız...


    sayfa kokuları..eksik hatıraların devşirilmesi ve birden yere düşen bir kuru çiçek...dünden kopup gelecek bir çığlık...kokusunda can bulup yokluğunda hasta düşülen, sevgili çağrışımı gibi. şimdi uzakta; kılıksız bir yoklukta bekleyişleri,,, hatıların ötelenişi

    rengahenk dizildikleri raflardan bir bir toplanıp bir karton kutuya tıkışmalarını izlemedim. onları kendimden -ve elbette dünü- hayatımdan ben uzak tuttum. bir ölümün, ani ve hoşçakalsız bir vedanın ardından önce kedim sonra kitaplarım.. kedim annemin ardı sıra çekip gitti,hayvanların insana çok daha uzak bir şeyi; vefayı karşılayan tertemiz ruhları...ardından eski bir yaşamı geride bırakmayı emreden yeniliğe-zoraki değişime- boyun eğdim. elbette onlarsız olmak korkusu yüzünden bitmek bilmedi serüven. canları acımasın diye her gün bir öbeği, özenle kolilere sığdırmaya çabaladım; gözlerinden kaçmadı. terk ediliyorlardı;geçici bile olsa, yeni yerleri hazır olana dek bile olsa veda vedaydı...yeniden düzenlenecekleri anı beklemek yerine kırılıp sustular... tek tük özgürlükle yetinmek istemediler elbet, o yüzden sayfaların sarısı bile en ufak bir hatırayı canlandırmaz oldu. içinden düşen çiçekler daha kuru,daha YASlıydılar. Bilge Karasu'nun muhteşem eseri "ne kitapsız ne kedisiz" nasıl da doğruca yerleşti yerine...şimdi biraz daha eksik..annekedikitap birbirine dolaşmış ve hatıralar arasında belirsiz bir yerde...kimbilir günün birinde, aynı öyle bir bahar vakti bağışlanırım....
    (resim:Jessie-Wilcox-Smith)

    19 Şubat 2008 Salı

    YOK YAŞAM

    dede'ye

    suskuyla irileşen kör bir yazdı.olmasan da uzaktan tanıklığını yaptığından emindik hepimiz.vardın ama olmamayı kendi başına seçmek kadar da içimizdendi yokluğun.seni varsayıp yolumuza koyulamıyorduk; çünkü sapsarı dedikleri ama bana göre yalnızca kurumuş bir kahve artığından ibaret tedirgin bir yazdı. içimiz acıyordu durmadan. içimiz açılmıyordu. uzun konuşmalara kapalıydık ve ne yapsak zaman sadece aynı yerdetakılıp seni anımsatıyordu.seninle birlikte diğer olmayanları. ne yapacağını bilemeyen bir avuç yokinsandık. kendimize bu adı biz seçmemiştik
    ve beraberinde ne çok şey bizden değildi! avcumda buharlaşan kent hangisiydi. doğup büyüdüğüm mü yoksa düşlerimde yaşamayı seçtiğim mi?


    giderek yitenlerin hesabını görmüyordum. aramızda bir uçurum olmuştu anımsa. telefonun ucunda bir başka yazı kör kılmayıseçmiştin simsiyah bir sis ülkesinden duyurduğun sesinle. göğün bütün anlamı geceye bırakıp kendini; gidivermişti(n). yaşamayı seçtiğim bu yerde senin izlediğin her şeyi soluğum kesilirce etlerim kemiklerimdensökülürce yaşıyordum ve sen bir zamanlar her şeye itiraz eden sesimde susup kalmamı söylüyordun…

    hiç konuşmadan içimdesin.bunun kıyımında yalnızım… rüya görmemek için uyumayan insanlardan değildim.inadına rüyama tutunup onlar olmadan yaşanmayacağını anlatmak zorunda gibiydim.bunu diğerleri hiç anlamadılar. benim,yokluğuna rağmen bunca şeyi bilmeni anlayamadığım gibi…

    yaz içimde bitmişti.üşüyordum inadına bütün karanlıklarda seninle başbaşaydım.uzaktan esen loş rüzgar ve sen içimdeki tüm korkuların üzerine gidiyordunuz.ben çocuk kalayım siz gidin yerime oynayın diyordum sana inadına duymadıklarım ve başardıklarım yüzünden bana küsüp duruyordun…

    yaz bitmemişti…

    birden her şey değişsin istedim ve öyle de oldu.buna sen bile engel olamadın.kalbimin kırık parçaları içinde kanıyormuş ve neden güvenmek denen şeyi durmadan tartışmak zorunda kalıyormuşuz..?ben sana bütün sırlarımı haykırarak gelmiştim ama sen kulağıma inadına…

    hiçbir şeye ekleyip her şeyimi yok oluyorum anımsadıkça.

    cılız yağmurlar esir alıyordu kenti.diğerine de çok önceleri gitmek isteyip bir türlü gidemediğim bir sirk gelmişti.palyaço ve akrobatın aşkı.anımsar mısın bilmem sana çok eskiden bir masal anlatırdım…uydurma diyemez her seferinde yeniden dinlerdin.sevmediğini,uydurduğumu bildiğini bilir üzülürdüm.ama anımsa!üzülmek o zaman güzeldi.

    üşümektense çekip giderim demişsin…

    kalbimde derin bir boşluk bırakan yokluğunda akrobatla palyaçonun tuhaf,yadırganan birlikteliği bir oyundu oyalanmaydı.diğerlerinin sarı dediği bu kapkaranlık yeri bırakıp gidemeyişim de bir yanıklıktı. palyaçolardan korkardın. "bu hayat böyle işte!lanetli ve çürüyen bir ayna! neresinden tutsam elimde kalıyor" diyordu palyaço.korkuyormuş aşkından. ya bırakıp… sen yapmadın.hiç yapmadın bana bunu.acıyan şeyler seni üzermiş. öyle kaldı hatırımda. kent rüzgarlarını boylu boyunca sana bırakmış.sen arkanı dönüp gitmişsin.şehir yanmış,her yanı acıdan kıvranırken uzak bir karşılaşmayı anımsatmış sana.bahanesi her şey olan kaçınmanın dile gelişi…

    yaram ağırdı sızlıyordu.

    seni onlara anlatmayı başarmıştım artık ve ben sustukça adın inildiyordu aramızda.acısı yaramdan beterdi.ölgün bir sevişmenin tadına varmıştın gitmeden.aklında kocaman memeli o çirkin kahkahalı kadın kalarak gitmiştin.böylesi daha iyi diyordun.onca sancı bu denli basit bir elyazısıyla temize çekiliyordu.gitme!! sana son sözlerim neydi?”ama” derken sesimdeki kırılmayı fark etmiştin biliyorum.hiç yüzüme vurmadın bunu.en az masalım kadar masumdu.ikimiz de aynı yolda ama ters yönlerdeydik. yaz bitmeyecek gibiydi.hiçbir yereydi yolum ama elimde kocaman bir bavul durmadan yer değiştiriyordum.gittiğim yerler sadece bu şehri bana daha iri harflerle anımsatan sıradan hatta basit kent kıyılarıydı.yaz gözlerinde mavi bir erimeydi.bunu içimizden o en güzel gözlü olanın hatırına kabulleniyordun. diğerleri de benim kadar yorgun muydu?

    11 Şubat 2008 Pazartesi

    geceden günden


    aynı ayininin uğultulu kıskacındadır gece
    duyuldukça artan
    kıstırılma korkusu,
    avcuna örtüsüzce bırakılmış, gizli bir mektuptu
    sonralar
    hiç gelmeyecekti

    beklediğin ışıklı günsonları
    meltemler kaoslarla
    çökerdi bu kente
    elde bir yere varmayan adresler
    gece vakitleri
    karartılmış istanbul,
    yakılmış kitap kokularını anımsatır;
    yorgun evsiz ayyaşların yüzü
    "o zaman gömdüğümüz kitaplar çiçek açtı" der bezgin hatıralar
    istanbul
    artık sevda kenti olur hep
    gidilesi, günden kaçılası!
    güçsüz bir aşkın şiiri
    hep yarım kalır.
    elde kadeh
    sabaha vuran yüzünü görürsün camda
    buğusunda günü karşılarsın;
    dışına taştığını bile bile.
    yazılmamış
    aşk mektuplarıdır istanbul
    kadın kokusudur,
    gece vakti unutulan defterin
    kara kapağıdır
    okunmuş güncelerin göz yaşıdır
    gitmeyi istemekle
    kalmak için yalvarmak
    aynı kara yazgının
    düşman kardeşidir
    kanındandır ama
    kanını akıtmak isteyen de odur
    iki tenha arasında
    yüz yüze kalmış,
    bir gece vakti
    birlikte ıslanmışısınızdır.
    birileri bunu unutur,
    yok sayar!!!!!!!!!!!!
    imkansızın hecelenişine titrer için
    dokunmaya kıyamadığın yüzden
    korkarsın
    güne uyanamamaktan
    güz gelir,
    kanını besleyen kadın gider
    ıslak beden resitallerinde
    ağlamak mıdır;
    apansız sevişme midir teninin yanışı?
    kim bilebilir
    imkansızı heceleyenlerden başka...
    ağlamaklı görürsün
    kendini kaldırımda boylu boyunca
    burası istanbuldur;
    her şeklin bir özeti,
    anlamdışılığın esrimesi vardır.
    kanattığın kent
    kardeşinin kanıdır
    üstüne bulaşan sombaharları
    ölesiye seversin
    ve artık hep gecelerde bulursun
    aynada yitirdiğin aksini..

    bir-iki-üç tıp


    sessizliği konuştur hadi!
    kendine uy
    bir türlü geri gelmeyen o mevsimden sonra
    hadi rengini bul bu karanlıkta!
    uykunu verdiğin o yüze seslen; nasıl da değişmiyor bakışları...
    aynı çöl iklimindesiniz ama o üşümüyor senin gibi.
    ne çok sözcük bulacaksın içinde
    duyulmayan duyurmadığı...
    sigaran kendi kendine sönerken tek bir ışığın bile sızmadığı o tenhada
    birileri çok sevecek mevsimleri
    okuduklarını masal sanacaklar
    rahat uykuları olacak geceye gebe kalmayacaklar
    şaşkınlığına bahaneler uyduran çocukların olacak
    avuçlarında doğurduğun kara yazgılı...
    hadi duyur sesini karanlığa!
    senden rengini çalan bir gömüt gibi karşında duran karanlığa...
    gözlerini kapayıp açınca geçecek sandığın acı, öz be öz mevsimin olacak
    umut masallarındaki kahramanlara aşık çocukları seveceksin...
    senden uzakta duran bakışlarının değdiği yerlerde arayacaksın geçmişini..
    bulamadığın yerlerde mavi tuzaklar bekliyor
    hadi doğur bütün yalancı çocukları...
    içleri kan toplasın yalan masalları olsun.

    amerikan bezi-deli diyenle derilen arasındaki farkı kimbilebilir ki...


    nasıl da başlardık
    titreyen sözcüklerle konuşmaya
    bir kentten diğerine gitmek ne kolaydı
    alev alırdık kuru serinliklerde
    güne başlar gibi değiştiriverirdik biz gelmeden üzerimize biçilmiş hayatı
    yarın öykülerde varolan bir yerdi hep gideceğimiz
    çok da uzak değildi
    yürünerek daraltılabilirdi acının yolları
    sağanaklarda susmadan koşacak kadar
    biliyorduk "hiçbir öykünün sonu bir mezcuba teslim edilemezdi"
    giydiklerimiz kollarımızı bağlıyordu; çok da sıkıyordu. neden demedik
    nedenleri biz bilelim istedik
    kurumuş, kitaparası papatyalardan arta kalandık
    sayfalar sarardıkça çiçekler gibi eskidi hatıramız
    belleklerde
    derin uçurum oldular
    içine düşüp durduğumuz
    bıkmadığımız
    inandığımız
    yasaksızdı karartma vakiydi oysaki
    ay edepsiz kavuşumdu
    bunu kollarımızı arkada sıkıca kenetleyenden mi duymuştuk
    çıplaklıklar içimizde
    yağmuru değil
    kana batmış çocukları büyüttü
    üstümüz lekelendi
    acı, kan, sokak koktu beyaz
    kollarımızı sıkan o beyaz
    amerikan bezindenmiş
    ondan canımız yanmış tenimizde hışırtılı yarıklar bundanmış

    kırmızı oda

    kapana kısılmış gece yarıları, lekeleri ayışığının...elde mavi bir yanılsama kadar hafif; gökyüzünden yakıcı...loş sokakları geçtik. geceden beterdi yaralarımız ya hiçe yazgılı kör kalanlardık. bilmediğimiz dillerde yalan söylediler bize.melek yüzlerinde unuttuğumuz bahçelerin kızıl çiçekleri..birbirimizin kanından, göz yaşından beslendik. yol hep uzun sürdü.birileri bir yerlere vardığında bizler geri dönmüş ama hiçin orta yerinde bir yerdeydik. kırmızı odalar, şair sesleri bilinmeyen bir yerde kaldı, sona sakladığımız ellerimiz kan...hiç birimiz sağ çıkamayacaktık. bile bile gidip geri dönmek ve beklemek güzeldi. buz gibi gece yarıları ısınmayı umduk; kederden ve geçmeyen yaslardan...bir eksik melodi kulaklarımızı sağır edecekti. bu şarkıyı vasiyetlerimize yazıp birbirimizin ceplerine bıraktık. kırmızı odalar sağır kaldı kırmızı kurdelelere dolandık ana rahmi gibi temiz: yan yana...bir de baktık ki gölgemiz bile çoktan düşmüş yardan ;yar gözlerinden aşağı....bir tutam tuz kaldı avcumuzda; hiç görmediğimiz gün ışığında daha mavi

    9 Şubat 2008 Cumartesi

    1163


    aylar eskiyerek dökülüyor avcumdan.yüzüm soluk bir hatıradan düşen kırık parçalar gibi, birbirini tutmuyor.seni bırakalı, orada bir başına bırakıp uzaklaşalı ne çok zaman oldu.içimde sesinin giderek eksilişini izlerken buluyorum kendimi.koskoca kahkahandan geriye çökmesin diye taşlar koyduğumuz bir toprak parçası ve anlamsız sayılar kalmış.ne bir adres ne bir yer haritada, dokundukça sen olduğum..sadece 4 rakamdan ibaret bir yalnızlıkta bıraktık ya seni, yağmurlarda üşüyüp üşümediğini düşündüğüm geceler çoğaldı.izin olsun diye sakladığım her hatıranın yerine loş bir akşamüstü gelip kucağında ağlar gibi toprak kokusuna yaslanmak düştü payımıza.uzaklara gitme diye birbiri ardına eklediğim sicimler şimdi kopuyor.git git uzaklaşıyorsun bizden.adın yerine 1163...arkamızı dönüp hayatlar içinde bir hayata sıkıştığımız için, yağmurlarda seni ıpıssız bıraktığımız için,üstünde olanca ağırlığıyla biriken o taşları çekip atmadığımız için..... bu kadarcık mı diye sorduğunu duyuyorum bazen.hepsi bu kadar mı?

    18 Ocak 2008 Cuma

    .........................

    Söz vermiştim kendime, yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
    Sait Faik

    düş zaman peşime

    düş zaman peşime
    sadece ikisi kaldı hayatta.bu fotoğraftan kalan;soluk almayı beceren iki kişi.diğerlerinin terkine inat,yaşamda direten iki kişi.hangileri ölüme bakıyor...hangileri hayatta diretiyor...hangileri yas bıraktı hangileri acı parçalarını süpürür hala...

    her şey

    her şey
    onlarsız yaşanmıyor...sanal beyinlilere,sokakarası uyuşuklarına,vakitsiz yığınlara inat hem de

    zaman ki sonsuzdur

    zaman ki sonsuzdur
    yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.iş yerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim dirilttiniz.YAZI YAZMAK İSTEDİM AÇ KALIRSIN DEDİNİZ.aç kalmayı denedim serum verdiniz.DELİRDİM.Kafama elektrik verdiniz.ben bütün bunların dışındayım.

    sylvia plath çizgisi

    sylvia plath çizgisi
    kalbimin sızısı...hiçbir şeye benzemeyen.herkesten kıskanır gibi sevdiğim...

    tezer&deniz

    tezer&deniz

    tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim

    tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim
    Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara, hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa, yaşamı dışlama hakkına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekala canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, öteki kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler, kaygılar çok geride kalmıştır.

    deniz bilgin

    deniz bilgin
    sessizce yittin; sesini duyan????

    FURÛĞ-İ FERRUHZÂD

    FURÛĞ-İ FERRUHZÂD
    "Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek" ne çok var yitenlerden..ne de güzeldin.ne büyük sözleri fısıldadın gecenin kulağına.duymamanın hazzına kapılmış lal kalabalıklar arasında elbet var ışığını koklaya koklaya izinden gelen birileri

    .....

    .....

    ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ

    ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ
    ey iki adımlık yer küre!senin bütün arkabahçelerini gördüm ben

    selçuk baran

    selçuk baran
    haziran'dır,Arjantin tangoları'dır..kimselerin adını zikretmeyip hayata küstürdüğü sözcüklerin en güzel ustasıdır.erken çekip gidenlerdendir.az kaldı bitiyor derken bir bir önünde ölüm penceresi açılmıştır..sevdiğimiz ne kaldı...kim ellerimizi tutacak korkudan buz kestiğinde.kitapları basılmaz,sahaflar o "adam"ı tanımıyorum der...kim, peki kimin vicdanı sızlar?

    Die Verwandlung