11 Ağustos 2012 Cumartesi

SAATLER VE MERKÜR- kan ve ip II / blood and rope II

                                                                         GECE SAATİ                        
                                                        merkür ve güneş kavuşumu'na                                                           

 Gece yıldız alacası içindeydi. Bir yolculuğun ölüme benzeyen sonunu bekliyorduk. Beklemelerin en güzeliydi, sonrasını düşününce hastalıklı bir sanrıyla aynı cümleye düşen... Zor günlerdi. Bir yerlerden geri dönülmüştü, o yerlere geçit hiç yoktu. Geçmiş yeniden yaşanabilir mi, diye soran uyuşmuş aklın oyunuydu bu. Geçmiş olduğu yerde kalacaktı ve bugünlerde dedikleri gibi “yağmur” yağmayacaktı. Yıldızlar, oynaşıp duran gezegenler ruhumuzda büyük gedikler açsın diye geri çekildi bulutlar, ben biliyorum. Yoksa, bu ihtimal hiç olmasa, yağmur edepsizce yığılacaktı boşluklardan içime. Yukarılarda, ona en çok benzeyen yükseklerde başladı geri sayım. Sona çok az kalmıştı, hatta belki çoktan bitmişti bir rüya. Uyananlar bir bir kaderlerine söverken ben aklımda en çok hangisinin kalacağını hesaplıyordum. Uçacaktı. Keskin anason kokusu önce gider sanıyordum. Bir tek o sahip çıkabilirdi geceye ve emanetine. Senden  ve benden geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Rengi yoktu bu kez. Bir renk bırakmak gerekirse geriye, benden uçucu mor, ondan hiç bilinmeyen uzaklıkların, daha önce tanışılmamış gölgeleri olacaktı bu. Sormadım. En çok hangi renge düştü yıldızın diye... Oysa az çok anımsıyorum renkler içinde salındığımda her birinin ve galiba en çok koyu yeşilin izi kalmıştı. Aklıma gece kadar koyu renkler gelmiyordu. Gözlerinde kırmızı bir acı bırakan sicimlerin yarası varken bile bilemedim. Bilmeyi ne çok isterdim. Kahve fincanında uzun, upuzun yolu olana hangi renk diye sorulamıyormuş. En çok, en azla başlayan herhangi bir sorunun hükmü yalnızca geride kalanın usunda karanlık imgeler olurmuş. Öğreneli çok oluyor. Bir dilin koynunda kendine hiç gelemeyenler bilirler belki, ortada binlerce sözcük varken ve en içler acısı dudaktan dökülürken, soruların ve yolların birbirine nasıl baktığını...
 Ben geceyi affettim. Nasılsa gene bir yerde kıstırıp aklıma düğüm atacaktı. Hayatın kendine çaldıklarından biriydim ve ne zaman, nasıl isterse öyle duracaktım oyunlar içinde. Dışarı çık dediğinde kelimeleri bir bir yutarak, oyunun hayli ötesinde durmadan bakacaktım gözlerinin içine. Hayat yerine acıyı bıraktığında, sadece gözlerimle tanıdığım bir yarayı ovacaktım bakışlarımla. Dışarıda durabildiğim kadar benimdi yıldızlar. Yoksa bir gezegenin koynundan düşmemle, olduğum yerde kan revan kalmam arasındaki mesafe hiç fark etmiyordu. Usum oyunlar oynuyordu, dışarıda durduğum, beklediğim, nefes alabildiğim kadar dayanacaktım.  Ben yıldızlar yerine yağmurla yetinmesi gerekendim. Kalan olmak buydu galiba. Daha önce bir yerlerde öğrenmiştim. Annem vardı aklımda, bana hiç anlatmadıklarını, ondan sonra yaşıyor olmanın öfkesiyle birlikte duruyordu karşımda.  Ağır ağır nefes alan bir çocuktum. Hastalıklı düşlerimden geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Benden geriye kalanlarla yetindiklerine göre gitmem zamansız sayılmazdı.
Ama yıldızlar ellerimi bağladı. Gece içinde çıplak ve yorgun olmaktı bu
  Sonra saatler dönmeye başladı zihnimde; tersine, ileriye; sana ve bana. Güneşle Ay hiçbir zaman aynı karede durmayacaklar dediğimde gülümsedin. Sahici bir vedanın bozduğu bir aklın oyunu olmalı bu... Gülümsemek, ölüme gider gibi, ölümüne yanarken bile dudak kenarında duran o mutluluk hali. Görmek yetermiş gibi... Gördüğüne dokunamayan çürümüş ruhlarla dolu bu kent. Etrafta pencere önünde giderek solan yüzler, birbiri üstüne ekledikleri kırışıklarıyla gurur duyuyorlar: bunun adı yaşamışlık!!! Yaşanan her anın acı biriktirmek, onlardan hayat çıkarmak olduğunu sanan, kandırılmış cesetler geziyor aramızda. Sahiden tutunduğun iplerden birinin kopacağını, tıpkı göz kenarında bıraktığı o kesif kızıl kadar bile insaflı olmayacağını hiç düşünmedin mi?
  Gökyüzünde evlerin, buralara hiç benzemeyen hatalarla dolu bir geçmişin vardı senin. Şimdi gülümserken, onlardan herhangi biri yüzünden ve artık eskisi kadar gülemeyeceğini imleyen o kadının lanetiyle mi dimdik duruyorsun gecenin karşısında? Güldüğün yerde ölüme benzeyen sıcak mevsimler yeşeriyordu. Sen soğuğa, kalbini koruyacak o duvarlar gerisine çekilirken, bir sokak arasında terden ve gözyaşından bir adım bile öteye gidemeyen o gölgeler kaldı. Biliyordun, önerilerin vardı. Kendine benzettiğin o sonsuz yok oluşlar için bile sonu gelmeyecek iyi niyetli tesellilerin... Geride kimse kalmazdı buralarda. Birileri, zamanın başka başka yerlerinde ve üstelik daha sıcak ve soğuk iklimlerin birbirine geçtiği o hikayelerde öğrenmişti bunu. Yapacak bir şey yoktu. Kaldırımdaki ize el sallamak, gözyaşının tek bir zerresini bile yazın o sıcağında ortalık yere bırakmadan gözden kaybolmak... Elden bu gelirdi ve yitimlerin en başında öğrenilmişti.
 Sahiciydi gökyüzü. Yalan söylemeyi bir kenara bırakıp, ölmüş ışıklarına isim verenlere acımadan bakardı. Sen bilmediğin dillerde, çok önceden anlatılmış hikayelere uymuyordun ama iplerin vardı. Geceden daha temiz, yalanlardan daha gerçek... Gecenin hükmü bittiğinde, bir kentin olası ve en güzel ara sokaklarında tamamlanacaktı cümleler. Geleceğe hiç dokunulmadan, kutsal bir emaneti korur gibi, kalpte durmadan ve daha önceden siyahlaşmış o his gibi gidilecekti. Gitmenin bahanesi olmazdı,özrünün bir yedeği de yoktu ruhta. Karşılıksızdı bu defa, başka dilde olmayan, olsa bile anlamına asla ermeyen...
Bir başka gecenin koynunda korku ve hazdan delirme pahasına dokunulan o yaralar, birazdan irin ve ölüm olarak kanını döküverecek damarları kaplamıştı. Dokun dedi birimizin tanrısı. Hangisi olduğunun oracıkta hükmü yoktu. Lafı edilmezdi. Dokun dedi, geceden daha günahkar değilsin ve ille de gecede duracaksan dokun. Onun yeminiyle bozulan bir lanet, daha büyüğüne yer açmak için utançla çekildi önümüzde. Bizden geriye çok şey kalacaktı. Dillerin pasında, kininde büyüyecek, efsane bile olacaktık. Bilemezdin. Buraların, istendiği zaman, içindekine nasıl bir cehennem sunduğunu sana anlatabilecek bir dil yoktu.  Gökyüzünden vedalar sarkıyordu. Sen ölecek gibi baktığında, bir başka dünyanın ikliminde üşüyen çocuklar olduğunu bilmiyordum. Saatleri hiçbir zaman aklımdan çıkmayacak bir dua gibi ezberleyeceğimi... Gitmek demekti bu, gidenden çok daha önce yola çıkmak. Aklı, ruhu ve bütün ezberleri bilerek, çok isteyerek geride bırakmak. Oysa zaman tersine akacak, sana bahşedilen o güneş, buralara yorulmuş, üşümüş olarak gelecekti.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

SONDAN BİR ÖNCE..."kan ve ip"



   SONDAN BİR ÖNCE....
                                                                        kan ve ip/ blood and rope

for you...


Kapılardan, kocaman taş duvarladan geçtiler. Yol akmayacaktı, gittiği hiçbir yer yoktu şimdilik. Sessizlik, toz ve ışıkla çoğaldılar. Oysa büyük gürültülerin arasında, dudakların kımıltısından başka duyulacak bir şey yoktu aralarında. Gece gibiydi günler. Açılmayan, sabaha varsın; bitsin diye sımsıkı boşluklara dağılan. Gece kilitli kapıların ardındaydı. Geride duranın geri dönemeyeceği bir hiçülkeden söz edildiğini duydu. Bildiği dilde kan revan bir sonrasızlık nöbeti tutuyordu. Kimselerin, “ne işin var burada? Hadi evine dön” demeyeceğini biliyordu. Gittikçe çoğalacaktı cennet söylenceleri. Burası cehennemin hiç tanımadığı parçalarından biriydi. Cennete benzeyişi hafızasındaki tıkanmadandı belki.
Boşluklar açılacaktı. Etrafında dönülecek, suskuya asla yer vermeyecek bir telaş içinde büyüyüp duracaktı. Kimse görmesin istediler. Boşlukta eriyip gittikleri bilinmesin... Gördüler; kem, acımasız gözleri o kadar büyüktü ki, akıldan hiç çıkmayacak ve onları oldukları yerde o boşluğa hapsedecek bakışlar yağdı üzerlerine. Kaçabilmek için inkarlara ihtiyaç vardı. Binlerce yıllık, toprak altlarından fışkıran o inkarlara tutundular. Yalvarmalar, son bir kaçış ihtimali uğrunaydı. İşe yaramadı. Oldukları yerde, gürültüler içinde açılan boşluğun yarasına hapsoldular.
Gitmek kolaydı, geride hiçbir iz bırakmamak... Kalan parçalar, taştan, tenden ve utançtandı. İz bırakmamak neredeyse imkansız. Ama gidebilen birileri olacaktı. Unutmanın en kolay uykusuna kendini bırakabilen birileri... Akılda kalanları sökmek, geride kalan olmaktan da zordu. Geride zamanın tozunu alan, onu gırtlağında suskuyla yıkayan birileri kalacağını bildiler. O halde en kolayı onun tenindeki ışığı karartmaktı; hem de güneşten önce ve güneşten hızlı yapabilen kazanacaktı. Yanmaktı bu; deliresiye karanlıkla avutulmak... Yananın hiçbir avuntuyla açılmayacak, az çok bilinen bir geleceği olurdu. Bunu bir sır gibi birbirlerine devrederler, kan ve terle örterlerdi üstünü. Bir tür ayindi. Karalamalardan, kem göz izi bırakmalardan çok sonra sırası gelen. Kalanlar kendi boşluklarında bir kez daha hapsoluyorlardı  bu iklimde. Bunu başka dillerde bilmeyenlerse çoktan göğün altında, yağmurdan yolculuklara hazırlandılar.
Yıldızlar vardı isim isim ve renk renk. Bazı geceler delirmelerin hesabı yıldızların bulandıkları renklerde görülürdü. Çünkü buralarda yıldızlara bir isim ve kuşam vermek hem delilik hem de büyük günahtı. Tıpkı bir ihtimallik mutluluk kapısından bakanın boynunu oracıkta kıstırmaya benzeyen bir cezayla bedellenen. Kadınlar gelip geçtiler, yüzleri apaçık ama gerilerinde binlerce hayattan çalınmış ilenmeyle bezeli maskeler... Kadınlar birbirlerini tanırlardı ama ilk önce unutacakları yine aynı yüzlerdi; kendilerine, analarına, çocuklarına benzeyen kadın yüzleri... Kadınlar ilençlerini yağdırdılar duvarlardan. Kan sızdı boşluklara doldu. Geride kalanların acıyla, can havliyle tutunduğu kapılar bir bir kapanırken kan sağanağında boğulmak bir ihtimalden çok daha fazlası olmuştu artık. Kadın kokusu, gece tutulması, olası bir tutkunun büyülü çağrısı; tozdan,tözden ve hiçlikten öteye gidemeyişi yıldızlar önünde doğruladılar. Bir tür tanıklık,  geçmiş hayatlardan miras kalmış ayin eşliğinde yapıldı bu kıyım. Birileri içine dönüyordu. Bunun sonu dündü. Düne varmak, çoktan hiçbir yere gidememiş olmaktı. Bu kadarı yetebilirdi. Mutlanmanın coşku ve hazla kuşanmanın bir ihanet kadar ağır bedeli vardı. Kadınlar arasında kadın kalamamak...
 Geceye asıldılar onlar. Son bir tutunuşla, birbirlerine dokunmamaya çalışarak gecede sımsıkı saklı kalmaya yeltendiler. Oysa sokak araları vardı hatırlarında. Birbirlerinin hafızasındakilere hiç benzemeyen, kaba, ağır iplerle birbirini bağlamaya çalışan... Uçurumlar, kocaman hatıralar ama güneş dolu olduğuna yemin edebilecekleri sokaklara kaçmak istediler. Birbirlerinin akıl dehlizi daha iyiydi boşluklarla göğe uzanan o ortalık yerden. Kalpler kanayabilirdi ve biliyorlardı ki, kanarsa bir daha iflah olunmazdı oralarda. Ne gidilebilir, ne de geride kalabilirlerdi. Daha güçlü ve iri düğümler atıldı kem gözlere, inatla bir yara gibi açılan ve gülümseme olduğu yalanıyla dünyayı uyutan o karadeliklere inat. Boşluğa düşseler ne olacaktı... Karapelerinli bir adam, şövalye masallarıyla uyuttuğu bütün iyi kız çocuklarını artık kocaman karanlığını saklamaya  gerek duymadan söküp alacaktı oradan. Kadınlar daha koyu bakacak, baktıkları yer iltihap ve ceset kokacaktı. Korkmadılar. Geçmişlerinde korkularından kuleler, birbirlerinin kulaklarına fısıldadıkları gibi rengarenk uyku hapları vardı. Akılları bir zaman bir yerde, belki birbirine hiç değmeyen anlar içinde aynı şekilde yırtılmıştı bir yerinden. Korkudan ötesi kalmamıştı. Ölüm mü? Yaşarken içine düşülen şeye artık ölüm denemezdi. Biliyorlardı. Kayıpları, iri kırılmaları vardı. Şimdi ne bu kara kaplı şövalye özeti, ne korkunç kadın söylenceleri onlara değmiyordu. Zaten yolun orta yerinde kopacaktı ip. Yıldızlardan aşağı düşeceklerdi. Yıldız tozları günler içinde dökülüp giderdi. Hiçbir iz, hiçbir akıl oyunu kalmayacaktı geride. Yalandı. İzler boyuna kesikler atacaktı içlerine. Ama saklamayı bildikleri bütün yaralar arasında taptaze ışıldamakla yetinecekti o da. O halde bağlandıkça bağlandılar geceye. Bir tutsaklığa hiç benzemeyen, aksine bütün yaşamlardan daha özgür bir bağ kuruldu. İpler, kesif yıldız kokusu ve bir sonrasızlık kaldı geriye. Bir de henüz verilmemiş bir son söz... Dudak arasından dökülmesine zaman tanınmış bir veda ihtimali. Sondan bir önceki vedaydı bu. Kalanın durduğu yere ikna olmasını, gidenin bütün mesafeleri sahiplenmesini gerektiren. Sustular. Söylenecek her şeyi, diğerleri ait oldukları karanlık diliyle söylemişlerdi. Geriye sözlerden ve bilinen her şeyden çok daha ötede, yüzyıllar geçse yerinden oynatılamayacak bir iz kaldı. Yaraya benzeyen, yaradan daha çok acıtan ama aslında yerine en çok yakışan....

30 Mayıs 2012 Çarşamba

AMARGİ DERGİ bahar 2012 24.sayıdan:


AMARGİ DERGİ 24. SAYI




TOMRİS UYAR İÇİN BİR “GÜNDÖKÜMÜ”

  Varolmanın salt hayatta kalma kurgusundan kopup, bir şeylere dokunarak; yanarak ve bazen de yakarak yaşamakla ilişkili olduğunu ilk muştulayandır edebiyat. Yazmak bir direnme, uyumsuzlanma hali olursa ancak sanata dönüşür ve buradan yola çıkanların elindeki kalem yazanın uzvundan ötesi değildir.
  Sancılı bir ruhla yazanların giderek azaldığı bir dönemde Tomris Uyar adı içte bir ferahlama; huysuzlukla bilenmiş uyumsuzluğun olumlaması gibidir. Sadece öykü yazmayı seçmiş olsa da edebiyata dair ne varsa bir ucundan Tomris Uyar’ın tuttuğunu biliriz. “2. Yeni’nin Kraliçesi” adlandırması boşuna değildir. Çünkü O, şiirin içinden geçer, felsefeye döner ve yaşamdan topladıklarıyla oturur yazının başına. Üstelik öykü yazmayı bir kenara bıraktığı “günlerde” bile yazının içindedir; günceler biriktirir, hala tazeliğini koruyan çeviriler yapar. Türk Edebiyatı Tomris Uyar ‘ın rengiyle bugünkü şeklini almıştır demek abartılı olmayacaktır. Dile tutkusu, onu korumaktan öte evrilten bir boyut kazanmıştır. Dille oynar, onu kurcalar ve adeta doğurur. Şimdi bile içinden sıklıkla geçtiğimiz sokaklar, öykülerinde yarattığı dil evreninin parçasıdır. Bir gelecek öngörüsü müdür, yoksa dillendirilmesinden hoşlanmadığı yaratıcı zekasının bir oyunu mudur bilinmez;  ama Tomris Uyar akılda hep şu anın tazeliğinde kalmıştır.
  İstanbul’da geçtiğimiz yılın sonbaharından itibaren, okur-yazarlığın gözle görülür düşüşüne bir gönderme gibi gelen sempozyumlar düzenlendi. Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Bilge Karasu, Sevim Burak sempozyumlarının arasında Tomris Uyar adı olmasaydı büyük bir boşluk kalacaktı. Ancak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü yılın belki de en doyurucu etkinliklerinden birine ev sahipliği yaparak Tomrissiz bir edebiyatın eksik kalacağını imledi. Handan İnci ve ekibinin hiçbir detayı atlamadan düzenledikleri “70. Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Bir Sempozyum” adı gibi incelikli hazırlanmıştı. Renkleri ve yaşama içkinliğiyle hiçbir zaman bir yitime uyarlanamazlığı bu sempozyumda bir kez daha anımsatıldı. Gerek konuşmacıların dile getirdikleri, gerekse zaten adının her geçtiği yerde açılan sonsuz “aydınlanma anı” sayesinde en çok da yeni nesille tanıştırılması açısından bu etkinliğin önemi yadsınamaz.
  Tomris Uyar yazmayı yaşamdan; yaşamayı yazıdan hiç ayırmadan kendi özgün dilini oluşturan, kelimenin tam anlamıyla özgün bir yazar. O nedenle sadece öyküleri değil “yaşayış hali” de üzerinde uzun uzun konuşulması gereken bir konu olmuştur daima. Güncelerinde kişiliğinin, dünyaya bakışının, nelere kızıp neleri çok sevdiğinin, tutkularının ve çekincelerinin ipuçlarını vermesi bakımından en az yazınsal varlığı kadar “esaslı bir kadın” oluşuyla da ayrıcalıklıdır. Söz gelimi, adının yanında “ayrıcalık” halinin kullanımına ne denli kızacağını, güncelerini okumuş sadık okur bilecektir. Bütün abartmalardan, yüceltmelerden gerildiğini her fırsatta belirtse de ona dair kurulabilecek hiçbir cümle saydam ve sakin kalamaz. Renkler vardır Tomris Uyar’ın yürüdüğü yollarda bile. Yalınlığı, özde kalmayı tercih eder ama direnişin bütün alacası ondan taşıp okuruna, sevdiklerine büyük bir tutku üzmesi olarak yansır. Her adımı, cümlesi planlıdır belki ama bunu bilmeden, “elinden böylesi geldiği için” yapar. Bu sempozyumda, onun çok yakınlarının örneklediği“yaşam kesitleri” de bunu yineledi. Yaz göğünün altında, ille de denize en yakın mesafede hayata kafa tutmayı yeğleyen, inandıklarına ters gelenle “dibine kadar” didişen bir yazara hiç görmeden dokunabilmek için 17 Kasım 2011’de düzenlenen sempozyum sahici bir vesile oldu.
   Oturum,  TV arşivlerinden seçilmiş Tomris Uyar’ın yaşamından ve edebiyat anlayışından kesitler sunan programların mini gösterimiyle açıldı. Öyle ki konuşmacıların söz edecekleri her ne olursa olsun, Tomris Uyar daha ilk andan itibaren iri yeşil gözleri ve hayata dair keskin söylemleriyle salondakileri etkisi altına alıverdi. Kurulacak cümleler özenle seçilmeliydi; hiçbirinde ölümün esrikliğinden doğan yüceltmeler, sulu abartmalar olmamalıydı. Zaten konuşmalar süresince tüm konuklar, ifadelerinde bunu özellikle belirttiler: Tomris Uyar gereksiz yüceltmelerin ve bütün içli duygusallıkların karşısında sertlikle durur!
 Oğlu H.Turgut Uyar’ın konuşması sırasında “Gündökümleri” ni okuyan okur “küçük Turgut” imgesini, bu defa annesinden söz ederken dinlemek fırsatını buldu. Yazarın yaşadığı çağa, o döneme ait en ufak bir ayrıntının ete kemiğe bürünmesi; tıpkı Tomris Uyar’ın öykü kişilerinin bir yerlerde yaşamaya devam ettiklerini söylemesine gönderme gibiydi.
 Malzemesi hayat olan, hiçbir zorlama imgeye yer vermeden sonuna dek açık algısıyla dahil olduğu yaşamdan beslenen bir yazarın, yakınlarının anlatımıyla tıpkı yazdığı gibi yaşadığını, ilkelerinin hiç değişmediğini anlama fırsatı ancak böyle yakalanabilirdi. Sema Kaygusuz’un söz ettiği “kontrollü yakınlık”, “duygu patlamalarından arınmış ve içinde ille de edebiyat olan sohbetler” yaşanmasa da tahmin edilebilen bir Tomris Uyar algısını daha da derinleştirdi. İçmeyi yaşamdan hiç ayırmadığı, güzel içen bir kadın olduğu halde, esrimeye, kendini bırakmaya, sarhoşluğa bir an olsun yer vermediği hayatında hep ona hayranlıkla bakan okurlar, arkadaşlar ve aşklar yaratışı yine O’nun kendine özel, benzersiz doğası gereğidir. Giderek yaşama eklemlenen cehaletten, yozluktan, dönemin köreltilmiş siyasi olan biteninden bunalan Tomris Uyar’ın yozlaşmayla direnecek cümleleri bulamayınca “Gündökümleri”ni yazmaya son verdiğini, içinde bulunduğumuz döneme bakınca bir öngörü gibi yaşadığını anımsatır. Sema Kaygusuz, ortak anılarından söz ederken, Virginia Woolf’un ezeli rakibi Katherine Mansfield’in ölümü ardından “ben şimdi kimin için yazacağım” cümlesini Tomris Uyar’ın nasıl dokunaklı algıladığını, bunu kendi yaşamışcasına aktardığını söylediğinde salonda belki de ilk duygusal an yaşandı. Bunun karşılığı ne yazık ki günümüzde olmadığı için, özlenen bir tavrın anımsanmasıydı yalnızca. Tam da bu noktada edebiyat okuru olmanın, gerçekten okur olabilmenin kendi içinde kurallar ve duygular taşıyan özel bir dünya olduğu gerçeğini devreye giriyor. Yazarın söz ettikleri ancak böyle bir bir algıyla tam olarak kavranabilir.  
 Konuşmacılar arasında bir dönem evinde verdiği ve adını “kıyıdan açılmak” koyduğu derslere katılan Zeynep Miraç Özkartal da vardı. Onun anlatımı bambaşka bir Tomris Uyar resmi çizmek açısından farklıydı. Tomris Uyar’ın gençlerle kurduğu bağı ve onlara yaklaşımını Özkartal’ın capcanlı ifadesi ele verdi. Tomris Uyar’ın “Gündökümleri” nde “biz bu gençlere ne yapıyoruz, onları nasıl yalnız bırakmışız” serzenişini anımsayanlar, aslında özeleştiri yapması gereken son kişi olduğunu bu konuşmadan çıkaracaklardır. Zira onun tahlil ve tespitleri, yaklaşım biçimi gençlere hep “kıyıdan açılmak” fırsatını verdi. Ancak günümüzde Tomris Uyar’ın gördüğü kıyının yerinde yeller esmektedir. Zeynep Miraç Özkartal’ın sıklıkla yinelediği “kafa karıştırmayı severdi” cümlesi, bilinen keskin Tomris Uyar zekasının bir örneğidir. Birlikte yaptıkları derslerde, aynı anda sevilemeyecek yazarlardan, yaşama sanatından, usül ve tavırdan hatta “sigara içmenin bir haysiyeti var” diyerek yaşam algısından üstü kapalı söz edecek kadar özgün dünyasını öğrenciye zorlamadan yansıtmış kaç yazar vardır?
Haydar Ergülen “Yüksek Terzi” adını verdiği konuşmasında sanırım Tomris Uyar’ın en şiirsel anlatımını yaptı: “Tomris Uyar kadın yazarlar içinde yaşının da arada olmasına bakmadan sanki böyledir. Karıştırıcıdır, ne karıştırdığını bilmezsiniz ama varlığı bunun için yeterlidir, doğal lider diyelim, seçimsiz, tartışmasız, itirazsız ve öyle... O yüzden kadınlarına bakarak anlaşılır bir dilin güzelliği, bir edebiyatın birikimi, bir hikayenin inceliği ve elbette bir itirazın sürekliliği, ve yalnızca varolma değil varkalma mücadelesinin, arzusunun da sarplığı, çetinliği. Kadınlar bunu yapmak için tırnaklarıyla mı tutunuyorlar hayata? Öyle de olabilir ama, Tomris Uyar güzel akışlı bir nehir gibi, bunu demiş miydim, öyleyse şimdi yalnızca Tomris Uyar için söylüyorum, uslu, taşkın, dalgın, hülyalı, kızgın, derin, ama her zaman geçtiği yerlere, topraklara, ağaçlara, göklere dokunarak hep yüksekten ama hep kıyıdan gitti: Yüksek bir kıyıdan, iç kıyıdan.” Böyle bir tanımın ardından insan en çok yakından tanıyamadığına, oturup bir yaz akşamüstü rakısı içemediğine mi yanar; yoksa yalnızca içinden böyle kadınların geçtiği hayatta hala neden bir şeylerin değişmediğine mi? Sanırım Haydar Ergülen’in anlatımı bütün soruları aynı anda sorup yanıt arıyordu. Bu konuşmanın ardından salonda gerçek bir sessizlik oluştuğunda, geç kalmışlık hissi kendini ele verdi.
Yakın dostu, güncelerinde sıkça adı geçen Fatih Özgüven, ona dair bambaşka bir dünyanın kapısını araladı. Burada mizahla hüznün kendi içindeki uyumuna şaşırmamak elde değildir. Aslında bu Tomris Uyar’ın ta kendisidir ve ancak bu denli yakın bir dostunun dilinden tahlil edildiğinde yerini bulur. Fatih Özgüven O’nun büyük aşklarından, flörtöz yanından söz etti. Bu aslında o dönem için bir kadının adıyla yan yana anılamayacak kadar sert bir tavırdı. Ancak muhalif bir kadınla karşı karşıyaydı dönem. Çetin çevizdi ve önceden belirlenmiş kurallara papuç bırakmayacak kadar ustaydı savaşmakta. Konuşmanın başlığı “Tomris Uyar’ın Çapkınlığı” idi. Ama elbette bunca yakın bir dostun söz edebileceği kadar incelikle dokunmuş bir Tomris evreniydi dile gelen. Sevilen, seven kadın; bir sanatçının tutku dolu yaşamsal kavrayışı… Türk şiirinin 4 büyük adamının ortak noktası Tomris Uyar aşkıydı belki. Ama bu hiçbir zaman şimdinin dünyasında alıştırıldığımız gibi içerikten yoksun bir yorumlamaya maruz kalmadı. Aksine güzel dostlukların, dönemin gerçekten sanat ve edebiyat konuşulabilen paylaşımlarının özeti olarak yer aldı. Fatih Özgüven Tomris Uyar’ın ölümünün ardından yazdığı yazıdaki gibi kendine has, kimselere benzemez o kadını anlattı.
 17 konuşmacının her birinde farklı bir dünyaya dahil edilen izleyici aslında özünde hep aynı duruşu ve dünya fikrini görebildi. Bu Tomris Uyar dünyasının doğalıydı zaten. O dingin bir yaşamın ezberlenmiş komutlarına uymaktansa yitirmek pahasına didişen bir uyumsuzdu. Bunu en çok dostlarının bakışı, onu yakından tanıyanların anlatımları böyle olanca gerçekliğiyle dillendirebilirdi. Yaratının günümüz icadı sayılabilecek “kendine dönük ve kapalı” tavrının aksine bir dönem, kalabalıklar içinde, sokaklarda yaşanan; paylaşılan bir hayat kesiti olduğu düşüncesini Tomris Uyar ve çağdaşlarından bir kez daha anımsamak adına böyle bir sempozyum umut verici oldu. Yitirilenin büyüklüğüne rağmen, geride kalanlarla yola devam edebilmenin en akılcı yolu izlekleri doğru yorumlamaktır. Tomris Uyar belki de en çok iz bırakan ve bıraktığı bütün izlerden yeni; yepyeni hayatlar çıkarılabileceğinin öngörmesini yapan yazardı. Sempozyum sonunda bunun en dokunaklı kanıtını Leyla Erbil verdi. Sahnede, dolu dolu bir hayatın ve paylaşımların ardından yaşanan o büyük boşluk Leyla Erbil’in yalın ve derin cümlesinden okunabilir: “Arkadaşımdı”… Yalınlığı yaşamının özü saymış bir yazarın ardından söylenebilecek en sade ve çok katmanlı ifade buydu belki de. 

                                                                                    AYŞE SAĞLAM

1 Mayıs 2012 Salı

26 Nisan 2012 Perşembe-Cumhuriyet Kitap HERKESİN BİLDİĞİ SIR DEĞİLDİR.Ayşe Sağlam


Herkesin bildiği sır değildir!

Feminizm-Kendi Arasında, Aksu Bora'nın son altı yılda çeşitli yayınlarda yazdığı yazılardan oluşuyor. Yazılar kendi içinde, 'Feminizm', 'Kadın Temsili', 'Kadınlık ve Tarih' olarak sınıflandırılmış. Elbette konuya feminizmin ve derdinin ne olduğunu söyleyerek başlıyor.


Cumhuriyet Kitap - Hakkında en çok konuşulan, fikir yürütmesi 'bilgi olmadan da' yapılan, içeriğe gelince bir umacı tarifi verilir gibi 'atılıp tutulan' konu belki de feminizm. Ne olduğuna, neyin peşine düşüldüğüne dair en ufak fikri olmayanın bile 'haa feminizm mi, o şey işte yaaa' deyiverdiği bir ezberler zinciri... Hatta kadınlar arasında bile 'Yoksa feminist misin?' sorusu din, dil, ırk sormaktan da öte yaftalama-işaretleme vurgusu taşır; yanıtına göre kişinin cismi belirlenecek, az çok ne olduğu gün gibi ortaya çıkıverecektir. Oysa tarihi ve ne demek istediği bunca anlatılan, yazılan; festival ve derslere konu olabilen bir mesele üzerinde bu cehaleti sürdürebildiğimizi anlamak mümkün değil. Mesafesi içeriğinin yüklü oluşundan mıdır, yoksa ne demek istediği kavranırsa, aklı olanın -kendinde olanın- mutlaka biraz daha derinine erişmek isteyeceğinden; yani bilgilenme korkusundan mıdır, bunun yanıtını ezber bozan ifadesiyle Aksu Bora'nın Feminizm-Kendi Arasında kitabıyla veriyor. Üstelik, bir temize çekme, yok yere kendini aklamaya-hatta ikna etmeye çalışmaktan çok ötede, insanın doğası gereği çoktan biliyor olması gerekenin altını çizerek yapıyor bunu. Kadın, hangi koşullarda kadınlığından cayar, onu vazgeçiren, bir şeylere razı gelişe sürükleyen nedir, ortak bir kabullenişle bilip susulan bu gerçekle 'nasıl yaşanır'ın yanıtları baştan belli sorguları karşılıyor bizi sayfalar arasında.

FEMİNİZM, SADECE KADIN ERKEK FARKI DEĞİL

Her defasında ertelenen bir görev gibi algılanan kadın olma meselesinin, en çok kadının kendi düşüne, yoluna ihanetinden doğan bir reddetme olduğunu zaten biliyor muyduk, yoksa bir yerlerde okudukça aklımızda beliren o aydınlanma anı diyebilir miyiz buna? Yazarın özellikle anımsatmak istediği belki de bu aydınlanma anlarının bir şeye dönüşüyor olması, ayrımların altını çizerken yiten vakitte çoktan alınabilecek yollar olduğu... Zaten bu ayrımlar meselesi, yapıp edilemeyenler dökümü, yetersizlikler hafızası nedeniyle üzerinde 'en çok konuşulan' konulardan biri feminizm. Ancak Bora'nın bu kitapla yapmak istediği şey, bu olmamışların kaydı yerine, birbirine dokunanın, başarılanların üzerinde durmak. Zaten kitabın ortaya çıkış fikri de yapılanların, kazanımların hâlâ gözle görülemiyor endişesinden doğmuş. Çünkü bir anlamı kavramayı güçleştiren şey, onun kendi içinde başka anlamlara evrilme, bir diğerini kabul etmeme isteği oluyor çok zaman. Dolayısıyla yazarın 'suya yazı yazmak' diye söz ettiği durum, her şeyin havada asılı kalışına bakarken gözden kaçırılan edinimler. Bu bir başarıyı buran, kişiye yetersizlik hissini bir mecburiyetmiş.esine yükleyendir.

Feminizm-Kendi Arasında, Aksu Bora'nın son altı yılda çeşitli yayınlarda yazdığı yazılardan oluşuyor. Yazılar kendi içinde, 'Feminizm', 'Kadın Temsili', 'Kadınlık ve Tarih' olarak sınıflandırılmış. Elbette konuya feminizmin ve derdinin ne olduğunu söyleyerek başlıyor. Bu bölümde, sınıfsal farklılıklara rağmen, salt cinsiyet paydasında bir ortaklık kurulup kurulamayacağının yanıtını arıyor. 'Farklılıklarımızla birlikte' düşünden yola çıkan feminizm, birlikte hareket etmekte büyük bir tıkanma yaşadığını vurgular yazar. Burada sorgulanması gereken, ezilmeden ve sınırlanmış konulardan ötesidir. Konu bir biçimde 'ihlâl imkânı' nın üzerinden yürütülmelidir. Kimin ne yapıp etmediğinden ziyade, tıkanmanın kaynağını bulup, oradan çözüme gitmenin yolları üzerinde durur: 'Bu başarısızlığın yalnızca feministlere fatura edilmesi haksızlık olur, ancak örgütlenmeye, politika yapma tarzına, kendi üzerine düşünmenin son derece zayıf kalmasına, 'kişisel olanın politikasının'politikanın kişisel bir mesele haline dönüşmesi anlamına gelmesine... bağlamak mümkün.' Bütün bu yanıt arayışlarının kökeninde, feminizmin sadece kadın erkek farkı üzerinden yürütülerek kendine bir hareket olanağı ve ivmesi kazandıracağının yanılgı olduğu saptaması önemlidir. Zira nedenlere yürürken, nedenin itkisi hep meçhul kalır. Ancak Aksu Bora, bu meçhullerin didiklemesini özenle yapıyor. Kendi hikâyesini kurabilen bir feminizmle işin içinden çıkılabileceği vurgusu, feminizmin özünde kendisine hiç benzemeyen hikâyelerle yapılacak dil birliğinden beslenendir.

Feminizm-Kendi Arasında, meseleyi irdelerken özellikle 'feminizm' ve 'kadın hareketi' ayrımı üzerinde duruyor. İçeriğindeki 'kadın' adlandırmasından ötürü bir akrabalık aranamayacağının, bambaşka ideal ve meseleler üzerinden yürüdüklerini belirtiyor. Kadını belirleyenin 'yuva', 'aile' olması, feminizmin uğraştığı meseleye gölge düşürendir. Kadını 'yuvayı yapan dişi kuş', 'evinin kadını' kimliklerinden soyutlamadan bir yere varılamacağı, akılla kuşanmış fikir sahiplerince malumdur. Bu nedenledir ki içinde kadın kelimesinin olmasıyla yetinilemeyeceğini, kelimeler ve vurgularla yetinmenin bağnazlığını defalarca belirtir Bora. Salt yıkıcı bir savunmadan çok yapıcı bir yol, işlevsel olandır. Ancak bunu yaparken yıkılması gerekende tereddüde yer yoktur. Bunun izleğinde 'uyumlu-razı gelen' olmadan, kendi bildiğini söylemekten geri adım atmayacak bir harekete gereksinim vardır. Ezilmeden çok eziliyor olmanın bilgisinden doğan bir hareket aranmalıdır. Eşitsizlik sorununu bir siyasal problem olduğu kabulü, feminizm ve kadın hareketi ayrımının ta kendisidir.

Öte yanda, benzer bir ayrım ya da ister istemez, kendini ayrı tutmaya zorlanmış bir feminizm algısını tartışır: Sosyalizmle feminizmin 'arkadaş kalabilirliği...' Meselelerin kendine dönükmüş gibi algılanmasından doğan, henüz sırası gelmeden konuşmuş bir konu varsayılan feminizmin, kendini ifade etme çabası, birlikte yol alınabileceğine dair durmadan kendini ispatlamak zorunda kalışı: 'Diyeceğim, eğer sosyalizmle yapacağımız şey kendimize bir tür ahlaki güvenlik hattı kurmaksa, gayet riskli bir iş gibi görünüyor. Çünkü o hat epey yukarıda yaşamaya mecbur kılıyor insanı, feministler için gerçekçi olamayacak kadar yüksek!'Ama sosyalizmle ne yapılacağı sorusunun yanıtının güçlüğüne rağmen, sorudan vazgeçmenin de mümkünsüzlüğünü belirtirken, kopamayacak bir bağı yineler. Ne var ki, bu onun diline uyumlanarak yürütülecek bir ilişki olmayacaktır. Özgürlük hareketinin, eninde sonunda bir yankı bulacağından şüphesi yoktur yazarın. Güvenli kıyılarda gezinmekten ve hep aynı söylemi yinelemektense biraz daha derinlerde keşfedilmeyi bekleyene yürümekten yana bir harekettir bu.

EV METAFORU

Kitaba adını veren 'Kendi Arasında', kendi içinde ayrılan feminizm türlerini örnekliyor ki bu, yazarın feminizmin kafa karışıklığına varan farklılaşma süreçlerinin ironisidir. Hangisinin akla yattığını, okuyucu ister istemez bulacaktır. Bu bölümden itibaren, yaşam tarzlarının mesele üzerindeki dolaylı/doğrudan etkisini irdeleyen yazılarla, aslında hep fark edilen ama uygun cümlelere nedense dökülemeyen gerçekler ortaya serilir. Bilmenin, işlevselliğe katkısının olup olmadığı sorusu burada da okuyucunun aklında belirecektir. Aksu Bora'nın üzerinde durduğu bir diğer mesele de 'temsil sorunu'dur. Kadının sadece kadın tarafından temsilinin yetersizliğini savunurken bir anlamın altını da çizer: 'Adını koyalım: Bir toplumsal grup olarak kadınların temsil edilmeleri gerektiği düşüncesi, ancak feminizmle mümkündür. Çünkü cinsiyetin birer kukuya sahip olmaktan fazlasını ifade ettiğini, kadın ya da erkek olmanın toplumsal düzen içindeki yerimizi ve iktidarla ilişkimizi belirlediğini söyleyen düşünce, feminizmdir.'

Kadın olmanın, var oluşuyla yetinemeyecek, ille de emek harcaması gerekliliği feminizmin yola çıkış nedenlerindendir elbette. Bunun ağız birliği edilerek susulan, asla dile getirilmeyen ama her şeyden daha fazla -adeta bir genetik aktarımla- bilinen gerçekliğini sorgular yazar. Kadın olabilmek için varlığını kanıtlayabilmek için harcaması gereken emek. Bunun insanlığı ihlal eden, bir tür yara gibi nesilden nesile taşınan varlığını 'sevginin ve kadın olarak onaylanma arzusunun bedeli, kadınlık yükünü üstlenmektir'de aramak kaçınılmazdır.

Bora, Feminizm-Kendi Arasında'yla soruların nasıl sorulacağını, zamanın nerelerde yittiğini ve aslında kazanımların azımsanmayacak kadar büyük olduğunu anlatıyor. Üstelik yer yer akademik söylemler içerse de üslubu, bir dost konuşmasını, çok tanıdık bir sesin bıraktığı güveni veriyor. Konunun detayı ve elbette kendi içindeki özel diline rağmen rahatlıkla okunabilen; okuru kavram yüklerinin altından dostça çekip çıkaran bir kitap Feminizm-Kendi Arasında. Yakınında dururken bakmaktan kaçılan, yaralarla dolu bir sırrı anlamsızca taşımakta direnen kadınların hikâyesine dönüyor. Bunu yaparken ev metaforunun altını özenle çiziyor. Çünkü aidiyeti ve sahip olmayı belirlediği kadar, güveni de temsil eden bir çabanın ancak güvenli bir evle; dilediğinde çıkıp gidilebilecek bir odayla ilişkisi var. Elbette bu 'kendine ait bir oda'nın kapısının ancak, kendi sözünü söyleyebilen,o çok tanıdık korkulardan arınmış olana açılacağını biliyoruz. Yaşamda kalmak için varlığını durmadan ispatlamak zorunda kalan insanın, nereye giderse gitsin, gittikçe daralan, bir diğerinden hiç farkı olmayan odalara hapsolacağını da. Bora, bu açmaza yürekli kesikler atan kitabıyla, olası çözümlerin ipuçlarını fısıldıyor...

Feminizm-Kendi Arasında/ Aksu Bora / Ayizi Kitap/ 208 s.
26 Nisan 2012

8 Mart 2012 Perşembe

KIZ KARDEŞİNİ TANIYOR MUSUN?


amargi dergi kış 2011 23.sayıda yayımlanan yazım


Kız kardeşini tanıyor musun?

…düşler alemine dal
yoksa bir slogan seni de deviriverir
onların kökleridir ağaçlar
ve rüzgar da rüzgardır)
yüreğine güven
denizler tutuşsa da
(ve aşkla yaşa
yıldızlar geri çekilse de)
geçmişi onurlandır
ama geleceği kucakla
(ve dans ederek bu düğünde
unutuver ölümü)
itibar etme bir dünyaya
hain ve kahramanlarla dolu olan
(çünkü tanrı kızları sever
bir de yarını ve toprağı)

e.e cummungis

Peki biz yeterince seviyor muyuz o kızları? En kadın halimizle, ya da yaşamın eril kaosuna uyumlanıp hepten kimliksiz bedenlere dönüştüğümüzde, yanı başımızda bir kız kardeşin soluğu duruyor mu? Onu ötelemeden, çelmelemeden, ya da kendimizi onun elinden düşmeden görebilmek… Sanırım kadın olabilmek, yeterince zorken aynı cümlede bir başka kadının elinden tutmak hepten külfete dönüyor gündelik yaşamın o bitimsiz telaşında. Oysa dünyayı güzelleştirmek, ya da “hayır, kötüye gidiyorsun; dur artık” diyebilmek için var olan sanatın, felsefenin içinde kadınlar hep bir aradalar. Üstelik 21. yy’da sanat özellikle kadınlar açısından söze girebilme cesaretlerini erkeğin hoşgörüsüne ve keyfine teslim olmaktan kurtarıp beslendikleri bir platforma dönüştü. Birikime ve özgüvene dayalı işler sanatın içine yepyeni, dinamik bir dil oluşturdu. Elbette yıllar boyu “öteki olma” halini sanat içinde dibine dek hissettikleri gerçeğiyle sinip köşeye çekilmek yerine, tam da şu anda sonuçlarını görmekte olduğumuz yaratıların zeminini sapasağlam kuran da onlar. Edebiyattan felsefeye, plastik sanatlardan görsel sanatlara kadınların hasır altı edilen bütün cümleleri yüzyılların suskunluğunu; karanlığı delercesine bölmeye başladı. Bunun bir anlamda bir birikimin patlayışı olduğunu söylemek, abartılı olmayacaktır. Yaratının her zaman coşkudan ve iri laflardan ibaret olmadığını; irkilten ve yer yer çok acıtan sanatsal çalışmalarla dillendirmeleri de tesadüf ya da el yordamı bir üslup değil. Baskılanma, ötelenme ve cümledeki yerlerinin hep bir eril güç tarafından belirlenmesiyle yoğrulan; alt metninde genelde bu öznel serüveni içeren çalışmalar elbette gülümsetmeyecekti. İzleyeni bir yanıyla ürperten; çokça düşüncede katmanlaşan bir labirente indiren bu yaratıların kimden dayanak alıp sözünü söylediği de önemlidir. En tekil, öznel çalışmanın içinde bile bir yol arkadaşlığının; kendine(!) tutunma çabasının izleri okunur. Bu genellikle bir başka kadının kardeşliğidir. Kadın, yeterince kendini gerçekleştirdiği anda yanına bir diğerini alır. Ya da tam tersi: bu gerçekleşme uğraşısı gizli/apaçık bir başka kadın bilincinden; hikayesinden beslenendir. Ortaya konan her yaratıyı; söz konusu komünal mantıkla, bir arada gerçekleştirmek yerine; salt bir başkasının kadın olma halinden güç alarak geliştirirler. Acının yerle bir ettiği, yolu bin bir çileyle tıkalı bir başka kadının, yaratmak bir yana kendine dair bir cümle kuracak hali bile olmazken sanatçının tavrı devreye girer. Onu kolundan tutup kaldırmak, “yaranı sahipleniyorum” demek, bu sanatçı üslubunun zemini oluverir. Kız kardeşliktir adı; ya da yol arkadaşlığı… Çok zaman bir adlandırmaya bile gerek yoktur; ortada capcanlı duran yaratı nesnesi hepsinin yerine konuşmaya başlar. Bu, kadınların tarih boyunca geçirdikleri aşamaların, tökezlemelerin kanıtı sayılabilecek yüzlerce ifade biçimine denk düşer. Yani bir
kadının diğer kadına tutunuşu ne yenidir, ne de gelecekte son bulacaktır. Zira kendini önceleyen bir birey için sanatsal üslup, değişen algı ve ifade biçimine rağmen zihinsel-ruhsal bir aradalığı korumak zorundadır.

Konunun derinliği, bu yolda varlık gösterenin çokluğu göz önünde bulundurulduğunda sayılabilecek isimler de anlatının kendisi gibi yetersiz kalacaktır. Modern sanatın olanakları sayesinde, uçsuz bucaksız bir tarifler listesi, yol haritaları içinde, kadının hemcinsini kan bağından muaf bir kardeşlik söylemiyle ele aldığını görmek sevindiricidir. Yarasıyla baş başa bırakılanın dünya üzerindeki hükmünün sınırları ürkütse de, buna bazen tek bir cümleyle muhalif durabilen sanatçıların sayısı artmaktadır. Tarihe ilk kadın performans sanatçısı adıyla geçen, Mary Richardson’u, kız kardeşlik söyleminde özel bir yerde değerlendirmek gerekir. Öyle ya da böyle Mary’nin Londra Ulusal Müzesi’nde Suffragette hareketi lideri Emily Pankhurst’a destek vermek için gerçekleştirdiği eylemi bir kız kardeşlik hareketi olarak algılamak nasıl akla yatkınsa, ondan sonraki özgür ifade söylemini sürdüren kadınları bir akrabalık düşüncesine oturtmak da olasıdır. Yalın söylemle “destek” olma halinin cümledeki duygusal karşılığı olabilir pekala. Bir anlamda dahil olduğu wicca öğretisi gereğince önemli bir anlam içeren kız kardeşlik adlandırmasını, Mary Beth Edelson’un sadece kadınlara ait bir galeri kurma çabasında da okumak mümkün.

Özdeki çaba ve amaç korunarak bugün modern sanatın içinde apayrı değerlendirilebilecek bir noktaya erişildi. Bunun yaratı aşamasına eklemlenen yıkıcı meselelerle de bir ilişki içinde olduğuna dair alt metinler, çalışmalar üzerinde bir imzadır. Mary Richardson’un delice bir cesaretle giriştiği çaba, özünde büyük bir akıl ve vefa ilişkisi taşıyordu. Dolayısıyla o zamandan günümüze gerçekleşen değişim sürecinde büyük cesaretle yorumlanan işler azımsansanamaz. Body art’ın sınırlarının zorlanışı (Marina Abromovic, Orlan vs), söylemlerin daha keskin ve sert olduğu kendini malzeme kılarak happening art uygulamaları (Gina Pane, Şükran Moral, vs) ,ironi ve alaysılık içeren enstelasyonlar (Tracy Emin) geçmişten bugüne gelen sürecin kaydı gibidir. Özellikle bahsi geçen sanatçılar uyguladıklarıyla alt metinleri de bir o kadar sert olan çalışmalara imza attılar. Peki adı geçen ve elbette diğer sanatçıların happeninglerinde kadının kadın olma haliyle örtülü bir biçimde birbirlerine tutunduklarından söz edebilir miyiz? Sanatın postmodern süreci dolayısıyla bütün bunlar yoruma açıktır. Beslendikleri kaynak, coğrafya ve tarih içerisinde değerlendirilmelidirler. Ne var ki erkek egemen zihniyete, ayrı ayrı ama aslında bir bütün olarak direndikleri gerçeği, şüpheye yer vermez. İçlerinden Şükran Moral’e çok yakından bildiğimiz bir kaynaktan besleniyor olması dolayısıyla özellikle değinmek istiyorum. Onun performans, video art, fotoğraf çalışmalarında kadının bu coğrafyada hangi aşama ve tedirgin edici gerçekleşme süreçlerinden geçtiği apaçık okunmaktadır. Kolay kolay cesaret edilemeyecek performanslarının yanı sıra fotoğraflarla da ele aldığı çok iyi bildiğimiz kadına yönelik şiddet ve baskılama öyküsünü sertçe dile getirir. Çekincesi yoktur; bu zaten sanatın olmazsa olmazıdır; öte yanda izleyiciyi de çekincelerden soyunmaya zorlar. Tereddütte kalanın kendiyle hesaplaşacağı, çok katmanlı izler bırakır ardında. Dolayısıyla bu yapıtlarda diğer kadınları sahiplenen, kendiyle yol almaya çağıran bir ifade söz konusudur. Bu durum, Mary Richardson’un dönemi için oldukça riskli aktivitesiyle dolaylı bir ilişkisi olduğu varsayımına dayanabilir. Ne var ki sanatçının çalışmalarından irkilenler sadece erkekler değil; hemcinsleridir aynı zamanda. Görsel ve işitsel algıya doğrudan dokunan bu çalışmalara tanıklık eden kimi kadınlar, yüzleştikleri şeyin kendi gerçekleri olduğunu kabul etmek yerine tedirgin olurlar. Bu da yazgısını kız kardeşinden muaf tutan, apaçık ondan korkan; hatta gerektiğinde onu yaralayan bir ihanetin resmidir. Kadın söz söylemeye başladığında kız kardeşleri adına konuşan; ama ilk ve belki de en acı eleştiriyi yine ondan almaya razıdır. Bu bir yazgının mirasıdır, şiirdeki Tanrının sevdiği kızlar birbirlerini sevmekte çekincelidir çok zaman. Buna rağmen yaratının, düşünsel aktivitenin kendini gerçekleştirme çabası uslanmaz bir cesaretle daima yeni formlar eşliğinde var olmaya devam ediyor. Şükran Moral’ın korkuyla gölgelenmesine izin vermediği sert hikayeleri, kendi kız kardeşlerinin dile getiremediği bir köşe kapmacayı anıştırması bundandır. Tanrı kızları sever; ya diğer kızlar?

Bütün bunların üzerine, kavramsal sanatın karmaşık koridorlarından çıkıp tuvale, boyayla ve ışıkla düşen bir anlatıma bakalım: Zerrin Tekindor’ un “iki kız kardeş” isimli çalışmasında bütün bu süreci irdeleyen bir yalın ve dokunaklı bir tasvir ortaya çıkar. Sanatçının resimlerindeki yaşayan diğer bütün kadınları gibi capcanlı durur iki kız kardeş. Biri diğerinin önünde durup kollarını açar ve geride kalanı kollar. Kavramsal olarak yıllardır ifade edilmeye çalışılan durum, Tekindor’un renkleri içinde ete kemiğe bürünmüştür. Kız kardeşliğin, bir diğerini “her koşulda” sahiplenmesine dair çok dokunaklı bir resimdir bu. Sanatın, diğer söylemlere görece üstün gelişi bundandır. Göz gördüğünü inkar edemez. Sözcükleri unutup, konuşmaları yok sayanın, gözleriyle gördüğü şey aklında mutlaka bir iz bırakır. Bütün sanatsal sunumlarda yapılan şey budur ve ne denli zorlayıcı, irkiltici de olsa derdini bir yerlere kazımayı başarır.

AYŞE SAĞLAM

düş zaman peşime

düş zaman peşime
sadece ikisi kaldı hayatta.bu fotoğraftan kalan;soluk almayı beceren iki kişi.diğerlerinin terkine inat,yaşamda direten iki kişi.hangileri ölüme bakıyor...hangileri hayatta diretiyor...hangileri yas bıraktı hangileri acı parçalarını süpürür hala...

her şey

her şey
onlarsız yaşanmıyor...sanal beyinlilere,sokakarası uyuşuklarına,vakitsiz yığınlara inat hem de

zaman ki sonsuzdur

zaman ki sonsuzdur
yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.iş yerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim dirilttiniz.YAZI YAZMAK İSTEDİM AÇ KALIRSIN DEDİNİZ.aç kalmayı denedim serum verdiniz.DELİRDİM.Kafama elektrik verdiniz.ben bütün bunların dışındayım.

sylvia plath çizgisi

sylvia plath çizgisi
kalbimin sızısı...hiçbir şeye benzemeyen.herkesten kıskanır gibi sevdiğim...

tezer&deniz

tezer&deniz

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara, hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa, yaşamı dışlama hakkına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekala canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, öteki kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler, kaygılar çok geride kalmıştır.

deniz bilgin

deniz bilgin
sessizce yittin; sesini duyan????

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD
"Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek" ne çok var yitenlerden..ne de güzeldin.ne büyük sözleri fısıldadın gecenin kulağına.duymamanın hazzına kapılmış lal kalabalıklar arasında elbet var ışığını koklaya koklaya izinden gelen birileri

.....

.....

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ
ey iki adımlık yer küre!senin bütün arkabahçelerini gördüm ben

selçuk baran

selçuk baran
haziran'dır,Arjantin tangoları'dır..kimselerin adını zikretmeyip hayata küstürdüğü sözcüklerin en güzel ustasıdır.erken çekip gidenlerdendir.az kaldı bitiyor derken bir bir önünde ölüm penceresi açılmıştır..sevdiğimiz ne kaldı...kim ellerimizi tutacak korkudan buz kestiğinde.kitapları basılmaz,sahaflar o "adam"ı tanımıyorum der...kim, peki kimin vicdanı sızlar?

Die Verwandlung