5 Nisan 2013 Cuma

AMARGİ DERGİ yaz 2012 25.Sayıdan. Vicdan ne demekti?


AYNA AYNA SÖYLE BANA:  VİCDAN NE DEMEKTİ?


“Ben Sema. Sizler yaşımı 19 ya da 23 diye okudunuz. Ne fark eder? 19 olmam ya da 23 olmam neyi değiştir ki?...”
 Değişmeyen şiddetin ve acının tarihinde küçücük harflerle gözden kayboluveren hayatlardan yalnızca birine ait bu sözler. Üçüncü sayfa haberlerinde kalbi donduran, içte bir kasılmayla beliriveren hikayelerin elbette az sonra unutulacak kahramanları, akılda kalmayan ölümlerinin ardından dile gelseler; dehşeti en az okunduğu ve en çok yaşandığı kadar anlatabilseler ne hissederdiniz? Hele bunu daracık, kapkaranlık bir kabinin içinde, birazdan ne olacağını asla kestiremeyeceğiniz bir biçimde beklemekteyken yaşasaydınız...
 İstanbul’da tam da sanatın üzerinde gölgeler gezinmekteyken Mekan Artı, bilincin altına ve üstüne mıhlanmış hikayelerle izleyicisiyle buluştu. Şiddet Üçlemesi 1-Ayna isimli oyun, üçüncü sayfaların soğuk, gerilimli ama ille de “uzak kalması” yeğlenen yüzünü apaçık, hatta deyim yerindeyse irkilten bir üslupla ortaya döküyor. Bununla yüzleşmek, meselenin özünü çoktan kavramış olmaktan çok daha fazlasını gerektiren bir cesareti de beraberinde taşımak demek. Alışılmış tiyatro sahnesinin, deneysel ve sert bir dille yeniden şekillendiği  oyunda, bazı gerçeklerin ancak bu sayede kavranabileceğinin altını çiziyor yönetmen Ufuk Tan Altunkaya.
 Kabin, karanlık ve sıkışıp kalma metaforuna eklemlenen sert gerçekler, gündelik hayatın herhangi bir yerinden çıkageliyor.  Uzak kalması, hatta neredeyse düşünülmemesi tercih edilen şiddet ve vahşet hikayeleri ete kemiğe mi bürünüyor, yoksa gömüldüğü yerden birer hayalet kılığında kalkıp karşımıza mı dikiliyor? Farklı yaşlardan, mesleklerden ve sosyal sınıftan 12 kadın gözlerinizin içine bakıp, az önce birlikte yaşadığınızı hissettirecek kadar yakınınızda durarak anlatmaya başlıyor:
“Adım Ayşe. 33 yaşındayım. Bedenimi bitmek bilmeyen bir hırsla parçalayan kocamdır. Yıllardır koyun koyuna yatıp, üç tane evlat bağışladığım adamın ta kendisidir.”
“Bir gece kocam evimi basıp, eski yaşadığımız eve götürdü beni. O gece pencereden düşerek hayatımı kaybettim. Gelen polis ekipleri “ intihara teşebbüs” dediler. Kayıtlara intihar diye geçen ölümümün sebebi oldukça açıktı. Ama kocamın eli uzun, tanıdığı çoktu.”
“Adım Öznur. 11 Yaşındayım... Canıma kıyan, altı çocuk babası bir adamdı.”
 Karanlıkla başbaşa, simsiyah bir kabinin içinde beklerken yüzleri olmayan nefesler duyuluyor. Diğer izleyicilerden bağımsız, dünyanın ortasında bir başınalığı hissettiren bir yalnızlıkta belirsiz  bir bekleyişle başlıyor oyun.  Ardından bir kıpırtı, sessizliği yırtan bir soluk beliriyor. Bu ürkünç karşılaşmanın ilk etkisi, “birazdan başıma bir şey gelecek” gibi bir hisle açıklanabilir. Rengi uçmuş, varlığı yaşamda da yok sayılmış bir öyküyü anlatıyor o soluk.  Gözlerinizin içine bakarak, size sokularak, sizden ürkerek, sizi ürküntüsüne eşlik ettirerek... Anlattıklarından çok çaresizliğin bu denli yakında duruşuna tanıklık etmek bile yeterli geliyor önce. Giderek hikayeler, en iyi bildiklerimize,  belki kapıdan çıkınca başımıza gelebilecek olanlardan birine dönüşüyor. Ben bunu zaten biliyordum demek güç. Çünkü biliyordum ama unuttuma varabilecek bir itiraf, vicdanın orta yerinde kımıldamaya başlıyor peşinden. 
 Oyunun sahneleniş biçimini öğrendiğimde dayanabilir miyim diye sorduğumu anımsıyorum. Oysa izlerken, sahnelenişten öte duyduklarıma dayanabilecek miyim dedim. Bu oyunu izledikten sonra kapıdan çıkıp gitmenin pek de öyle kolay olmadığını, oyun bitiminde yerlerinde ne yapacağını bilemeden kalan izleyicelerde okumak mümkün.  Zaten Mekan Artı’nın bütün oyunlarında bu irkiltme amacı yer alıyor. Şiddet Üçlemesi 1-Ayna da bu amaçla hazırlanmış bir oyun.  Yönetmen Ufuk Tan Altunkaya, oyunu hazırlarken özellikle vicdanı yerinden oynatmayı hedeflediklerini belirtiyor. Bu türden bir sıkışma halini, burada 12 monologla yaşayan izleyicin, kapıdan çıktıktan sonra başka bir vicdanla hareket edeceğini, ütopik bir düşlem gereğince, “keşke herkese uygulanabilse bu türden bir yüzleşme” diyerek açıkça ortaya koyuyor. Sahneleme ve kurgu sırasında da bu esas üzerinden yola çıkılmış. Biçim ve konunun da kabin metaforuyla çok iyi örtüştüğünü düşünmüşler. Bu düşünce en ufak bir boşluğa yer vermeden yarım saat süresince göğüste duyulan sıkışma ile kendini doğruluyor. Oyun sırasında, her izleyici, yanındaki kabindeki konuşmaları belli belirsiz duyuyor, dolayısıyla salon içinde uğultuyu andıran bir kaos, Ayna’nın müziği denebilir. Herhangi bir ek sese gerek olmaksızın bu sayede, vahşet-acı-pişmanlık-korku-endişe gibi kavramları birbiri ardına deneyimlemek mümkün. Gerçek yaşamın korunaklı, bütün acıları öteleyen bir şey olmadığını farkındalık içeren bütün tecrübelerde bulmak olası;  ancak kişiye değmeyen acının hafızada izi yoktur. Oyuncular düşsel bir aynayı, bu izi yaşatmak amacıyla elinize tutuşturuveriyorlar. İzlerken eldeki  bu yüzleşme aracıyla ne yapılacağının sorgusuyla baş başa kalınıyor.
“Şimdi düşünüyorum da vicdanen ceza çekmeyen birinin hukuken ceza çekmesi neye yarar ki?”  diye soran ve bir anda eğilip dizinize dokunan, “yaşamayan” bir kadına,  seni tanıyordum diyebilmenin, en azından hafızada bir yerinin olduğunu söylemenin yolu o Ayna’ya bakmaktan geçiyor olabilir. Mekan Artı dönemsel olarak güncelledikleri oyun tarihleri ve devam niteliğindeki Şiddet Üçlemesi 2 ve 3 (çocuğa şiddet/düşünceye şiddet)  ile izleyiciye vicdanın salt kötülükle değil, unutmayla da köreldiğini anımsatmak için izleyicisini bekliyor.
                                        Ayşe Sağlam
Mekan Artı
Şiddet Üçlemesi 1/Ayna

Hiç yorum yok:

düş zaman peşime

düş zaman peşime
sadece ikisi kaldı hayatta.bu fotoğraftan kalan;soluk almayı beceren iki kişi.diğerlerinin terkine inat,yaşamda direten iki kişi.hangileri ölüme bakıyor...hangileri hayatta diretiyor...hangileri yas bıraktı hangileri acı parçalarını süpürür hala...

her şey

her şey
onlarsız yaşanmıyor...sanal beyinlilere,sokakarası uyuşuklarına,vakitsiz yığınlara inat hem de

zaman ki sonsuzdur

zaman ki sonsuzdur
yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.iş yerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim dirilttiniz.YAZI YAZMAK İSTEDİM AÇ KALIRSIN DEDİNİZ.aç kalmayı denedim serum verdiniz.DELİRDİM.Kafama elektrik verdiniz.ben bütün bunların dışındayım.

sylvia plath çizgisi

sylvia plath çizgisi
kalbimin sızısı...hiçbir şeye benzemeyen.herkesten kıskanır gibi sevdiğim...

tezer&deniz

tezer&deniz

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara, hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa, yaşamı dışlama hakkına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekala canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, öteki kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler, kaygılar çok geride kalmıştır.

deniz bilgin

deniz bilgin
sessizce yittin; sesini duyan????

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD
"Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek" ne çok var yitenlerden..ne de güzeldin.ne büyük sözleri fısıldadın gecenin kulağına.duymamanın hazzına kapılmış lal kalabalıklar arasında elbet var ışığını koklaya koklaya izinden gelen birileri

.....

.....

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ
ey iki adımlık yer küre!senin bütün arkabahçelerini gördüm ben

selçuk baran

selçuk baran
haziran'dır,Arjantin tangoları'dır..kimselerin adını zikretmeyip hayata küstürdüğü sözcüklerin en güzel ustasıdır.erken çekip gidenlerdendir.az kaldı bitiyor derken bir bir önünde ölüm penceresi açılmıştır..sevdiğimiz ne kaldı...kim ellerimizi tutacak korkudan buz kestiğinde.kitapları basılmaz,sahaflar o "adam"ı tanımıyorum der...kim, peki kimin vicdanı sızlar?

Die Verwandlung