AYNA AYNA SÖYLE BANA:
VİCDAN NE DEMEKTİ?
“Ben Sema. Sizler yaşımı 19 ya da 23 diye okudunuz. Ne fark
eder? 19 olmam ya da 23 olmam neyi değiştir ki?...”
Değişmeyen şiddetin
ve acının tarihinde küçücük harflerle gözden kayboluveren hayatlardan yalnızca
birine ait bu sözler. Üçüncü sayfa haberlerinde kalbi donduran, içte bir
kasılmayla beliriveren hikayelerin elbette az sonra unutulacak kahramanları,
akılda kalmayan ölümlerinin ardından dile gelseler; dehşeti en az okunduğu ve en
çok yaşandığı kadar anlatabilseler ne hissederdiniz? Hele bunu daracık,
kapkaranlık bir kabinin içinde, birazdan ne olacağını asla kestiremeyeceğiniz
bir biçimde beklemekteyken yaşasaydınız...
İstanbul’da tam da
sanatın üzerinde gölgeler gezinmekteyken Mekan Artı, bilincin altına ve üstüne
mıhlanmış hikayelerle izleyicisiyle buluştu. Şiddet Üçlemesi 1-Ayna isimli
oyun, üçüncü sayfaların soğuk, gerilimli ama ille de “uzak kalması” yeğlenen
yüzünü apaçık, hatta deyim yerindeyse irkilten bir üslupla ortaya döküyor.
Bununla yüzleşmek, meselenin özünü çoktan kavramış olmaktan çok daha fazlasını
gerektiren bir cesareti de beraberinde taşımak demek. Alışılmış tiyatro
sahnesinin, deneysel ve sert bir dille yeniden şekillendiği oyunda, bazı gerçeklerin ancak bu sayede
kavranabileceğinin altını çiziyor yönetmen Ufuk Tan Altunkaya.
Kabin, karanlık ve
sıkışıp kalma metaforuna eklemlenen sert gerçekler, gündelik hayatın herhangi
bir yerinden çıkageliyor. Uzak kalması,
hatta neredeyse düşünülmemesi tercih edilen şiddet ve vahşet hikayeleri ete
kemiğe mi bürünüyor, yoksa gömüldüğü yerden birer hayalet kılığında kalkıp
karşımıza mı dikiliyor? Farklı yaşlardan, mesleklerden ve sosyal sınıftan 12
kadın gözlerinizin içine bakıp, az önce birlikte yaşadığınızı hissettirecek
kadar yakınınızda durarak anlatmaya başlıyor:
“Adım Ayşe. 33 yaşındayım. Bedenimi bitmek bilmeyen bir
hırsla parçalayan kocamdır. Yıllardır koyun koyuna yatıp, üç tane evlat
bağışladığım adamın ta kendisidir.”
“Bir gece kocam evimi basıp, eski yaşadığımız eve götürdü
beni. O gece pencereden düşerek hayatımı kaybettim. Gelen polis ekipleri “
intihara teşebbüs” dediler. Kayıtlara intihar diye geçen ölümümün sebebi
oldukça açıktı. Ama kocamın eli uzun, tanıdığı çoktu.”
“Adım Öznur. 11 Yaşındayım... Canıma kıyan, altı çocuk
babası bir adamdı.”
Karanlıkla başbaşa,
simsiyah bir kabinin içinde beklerken yüzleri olmayan nefesler duyuluyor. Diğer
izleyicilerden bağımsız, dünyanın ortasında bir başınalığı hissettiren bir
yalnızlıkta belirsiz bir bekleyişle
başlıyor oyun. Ardından bir kıpırtı,
sessizliği yırtan bir soluk beliriyor. Bu ürkünç karşılaşmanın ilk etkisi,
“birazdan başıma bir şey gelecek” gibi bir hisle açıklanabilir. Rengi uçmuş,
varlığı yaşamda da yok sayılmış bir öyküyü anlatıyor o soluk. Gözlerinizin içine bakarak, size sokularak,
sizden ürkerek, sizi ürküntüsüne eşlik ettirerek... Anlattıklarından çok
çaresizliğin bu denli yakında duruşuna tanıklık etmek bile yeterli geliyor
önce. Giderek hikayeler, en iyi bildiklerimize,
belki kapıdan çıkınca başımıza gelebilecek olanlardan birine dönüşüyor.
Ben bunu zaten biliyordum demek güç. Çünkü biliyordum ama unuttuma varabilecek
bir itiraf, vicdanın orta yerinde kımıldamaya başlıyor peşinden.
Oyunun sahneleniş
biçimini öğrendiğimde dayanabilir miyim diye sorduğumu anımsıyorum. Oysa
izlerken, sahnelenişten öte duyduklarıma dayanabilecek miyim dedim. Bu oyunu
izledikten sonra kapıdan çıkıp gitmenin pek de öyle kolay olmadığını, oyun
bitiminde yerlerinde ne yapacağını bilemeden kalan izleyicelerde okumak
mümkün. Zaten Mekan Artı’nın bütün
oyunlarında bu irkiltme amacı yer alıyor. Şiddet Üçlemesi 1-Ayna da bu amaçla
hazırlanmış bir oyun. Yönetmen Ufuk Tan
Altunkaya, oyunu hazırlarken özellikle vicdanı yerinden oynatmayı
hedeflediklerini belirtiyor. Bu türden bir sıkışma halini, burada 12 monologla
yaşayan izleyicin, kapıdan çıktıktan sonra başka bir vicdanla hareket
edeceğini, ütopik bir düşlem gereğince, “keşke herkese uygulanabilse bu türden
bir yüzleşme” diyerek açıkça ortaya koyuyor. Sahneleme ve kurgu sırasında da bu
esas üzerinden yola çıkılmış. Biçim ve konunun da kabin metaforuyla çok iyi
örtüştüğünü düşünmüşler. Bu düşünce en ufak bir boşluğa yer vermeden yarım saat
süresince göğüste duyulan sıkışma ile kendini doğruluyor. Oyun sırasında, her
izleyici, yanındaki kabindeki konuşmaları belli belirsiz duyuyor, dolayısıyla
salon içinde uğultuyu andıran bir kaos, Ayna’nın müziği denebilir. Herhangi bir
ek sese gerek olmaksızın bu sayede, vahşet-acı-pişmanlık-korku-endişe gibi
kavramları birbiri ardına deneyimlemek mümkün. Gerçek yaşamın korunaklı, bütün
acıları öteleyen bir şey olmadığını farkındalık içeren bütün tecrübelerde
bulmak olası; ancak kişiye değmeyen
acının hafızada izi yoktur. Oyuncular düşsel bir aynayı, bu izi yaşatmak
amacıyla elinize tutuşturuveriyorlar. İzlerken eldeki bu yüzleşme aracıyla ne yapılacağının
sorgusuyla baş başa kalınıyor.
“Şimdi düşünüyorum da vicdanen ceza çekmeyen birinin hukuken
ceza çekmesi neye yarar ki?” diye soran
ve bir anda eğilip dizinize dokunan, “yaşamayan” bir kadına, seni tanıyordum diyebilmenin, en azından
hafızada bir yerinin olduğunu söylemenin yolu o Ayna’ya bakmaktan geçiyor
olabilir. Mekan Artı dönemsel olarak güncelledikleri oyun tarihleri ve devam
niteliğindeki Şiddet Üçlemesi 2 ve 3 (çocuğa şiddet/düşünceye şiddet) ile izleyiciye vicdanın salt kötülükle değil,
unutmayla da köreldiğini anımsatmak için izleyicisini bekliyor.
Ayşe Sağlam
Ayşe Sağlam
Mekan Artı
Şiddet Üçlemesi 1/Ayna
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder