31 Mart 2014 Pazartesi

ERGUVAN DEĞİL KAN KIRMIZISI İSTANBUL (04.03.2014 Yurt Gazetesi'nde yayımlanan yazım)

Renkler geliyor aklıma. Hiç susmadan konuşan; birbirine değmeden akıp giden renkler… O’ndan söz edilirken, ya da O’nun elini sürdüğü herhangi bir yaratıya bakarken renkleri düşünmekten alamıyorum kendimi. Her tondan, her dilden ama ille de en çok kendine benzeyen; bir başkası giyinse asla aynısı olmayacak o renkler, bakıp geçilenlerden çok içe işleyip hiç çıkmayacak izleri konuşturuyor.
Ferzan Özpetek görsel, hem de çok güzel renklerle dolu görsel bir sanatın ustası olduğundan, zihindeki çağrışımları sayısız ve benzersiz. Hangi hikayeye dokunsa birbiri içinden kendine özgü bir dille yenisini çıkaran; çok katmanlı ve bu katmanlar arasında adeta “büyücü” bir anlatıcı. Ona yönetmen, yazar hatta kalemini ve kamerasını fırça olarak kullanan bir ressam gibi adlandırmalardan ziyade anlatıcı dediğimde belleğimdekiler hem bir müzik, hem dil, hem de resim oluyor zaten. Trajedinin ve acının ironiyle hatta hazla büyülendiği; dolayısıyla yaşamın ta kendisini yıkıp yok etmeden ve umutla ortaya serdiği hikayelerini bu kez bir kitapla sunuyor izleyici(!)sine. İzleyici okuyucuya dönüşse de yine de anlatısında görselin; büyülü tasvirlerin etkisiyle bir seyir halinde dolanıyor sayfalar arasında… Yani sanatlar arasındaki eşsiz akrabalığı yerli yerinde kullanıp izleyici okuyucu ayrımı gözetmeden yine/yeni bir tanıklık şansı veriyor. Ve işte o rüya renkler yeniden başrolde okuyucunun önünde dans ediyor.

EN BİLİNENİN TEHLİKELİ NEFESİ

Ferzan Özpetek anlatımlarında günlerin, sayıların, zamanın bir rengi var. Burada da kentlerin en tuhafına kırmızı diyor. İstanbul erguvan anıştırmalarıyla mühürlenmiş olsa da Ferzan’ın dilinde hak ettiği renge dolanıp kırmızı; kan kırmızı oluyor. Bu kente naif romantizmin erguvan soluğunu uygun görmek yetmiyor ki; kırmızı bütün barındırdıklarıyla O’nun anlattıklarına eklemlenip sahici; capcanlı duruyor karşımızda. Kırmızının tutkudan aşka, ölümden nefrete, acıdan hazza pek çok boyutun birebir çağrışımı olduğu bir an olsun akıldan çıkmasın diye, ona İstanbul diye sesleniyor. “İstanbul hüznün, üzüntü ile özlemin arasında duran o duygunun şehri” dediğinde kırmızı kendiliğinden gelip yerleşiyor hikayenin fonuna. İstanbul Kırmızısı yabancı olmayan bir kesişimler, tesadüflerle incecik bağlarla birbirini anıştıran iki farklı karakterin İstanbul’ a düşen yollarından kesitlerle ilerliyor. Dramatik temaslarla kendi içlerindeki dehlizleri keşfetmeleri; birikmiş ve üstüne yalandan ve inkardan perdeler çekilmiş yaralarını deşmeleri için İstanbul kırmızı gölgesiyle ruhlarını kuşatırken; buralı okuyucu için bildik bir resim çiziyor. Yine de en bilinenin tehlikeli nefesi her şeyin ötesinde; üzerinde bir anlam yükleniyor. Her tanışıklık bilinenlerden ibaret değildir diyor okura. Hayatının kendince normal, “edinilmiş” akışı içindeki kadının baş aşağı olan hikayesiyle; yıllardan ve yollardan sonra baba evine dönen adamın değişmiş yaşamının aslında yeniden yüzleşmeler yumağıyla aslında hiç değişmediğini anlaması, birbirine uyumlu göndermeler halinde paralel ilerliyor.

AÇIKLANAMAZ ŞEYLER

Her ikisinin de yüzleşmelerinin ve trajik farkındalıklarının odağında aşk var. Aşkın ölüme içkin yüzünü aynı anda soludukları kent İstanbul’dan başkası olamazdı elbet. Kanın ve ölümüne sevmenin; tenin ve arzunun rengine dönüşen İstanbul sokaklarında kanlar akarken aynı anda kalplere ve ruhlara aşkı üflüyor. Yitimin ağrısı, aşkın tutkudan hazlar çıkarması eş zamanlı ilerliyor: “Aşkın yalnızca cinsellik olmadığını öğrendim: o çok, çok daha fazlası. Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim” diyor erkek karakter ve bu derin bir yitimin, izi çıkmayacak bir acının hemen eşiğinde kabullendiği bir çıkmazı açıyor. Burada Ferzan Özpetek filmlerinde, anlatılarında hep büyülü imajlar eşliğinde dillendirdiğini haykırıyor bir kez daha; kişiler gitse de duygular bitse de aşkın hiç bitmeden yaşama dair bir şekilde varlığını koruduğu gerçeği! O yüzden hiçbir insan tamamen gitmez; var olmadıklarında bile o bağlar ilk günkü kadar korunur. Bu sağaltım acıya kesik atan bir umut vaat ettiği gerçeği kadar, aslında anılarla yaşamanın kalbi ne hale getirdiği sorgusuyla çift anlamlı bir okuma taşıyor. Bunun bu kentle metaforik bir bağıntısını saptamak güç değil. İstanbul değişen ve bitenlerine rağmen bütün hikayeleri ilk günkü gibi belleğinde tutar ve yaşayanlarına, içinden geçip gidenlerine zamanı geldiğinde bu hikayeleri fısıldar. Can yakan; kalbi kıstıran bu bellek oyunu kentin atmosferine acı ve zevki aynı anda taşıyan kırmızıyı bular. Burada Özpetek, hikaye kişilerine metaforik göndermelerle dolu kırmızı detaylar eklemeyi ihmal etmez. Okurken dekoru, kostümü ve müziği bir an olsun akıldan çıkaramayışımız bu özel detaylardan ileri geliyor. İstanbul Kırmızısı’nda anlatı kişilerinin her biri özellikle seçilmiş ve tıpkı filmlerindeki gibi anlatıcısı tarafından özel kuşamlarla derin hikayelerin sahipleri olmuşlar. Burada yıllar sonra yeni neslin adını dahi bilmeyeceği çok özel anılarla dolu İstanbul mekanları ve birer birer tahrip edilişlerinden ve özenle bellek temizleyen sistemin hala kan kokan elinden söz edilirken dahi her birinin alt metninden yepyeni hikayeler taşıyor. Sarayı yağmalanmış bir kraliçe mi yoksa sokakları renklerine bulayan bir serseri çocuk mu olduğu sorusuyla akılları yüzyıllarca bulandıracak bir kent oluyor İstanbul kitapta. En sonunda kişilerini tarihsiz, anısız, ağaçsız, sevişmesiz bırakan bir yüzyılı ve hunhar sistemini de lanetleyen anlatıda Gezi Parkı olayları güncel bir dille ama aslında çok katmanlı binlerce soruyla yeniden ve yazar dilinden başka bir anlatımla bedenleniyor. Üstelik bu kentin hem çok dışında, hem de tam içinde duran iki ayrı karakterin benzer tanıklıklarıyla yer yer masal; yer yer kabus sekansı eşliğinde oluyor bu.

MÜZİĞİ İÇİNDE SAKLI

İtalyanca kaleme alınıp Türkçe’ye çevrilen İstanbul Kırmızısı iki dile de gayet hakim bir yazarın bütün olanaklarıyla ve kendini deşercesine bir içsel yolculuğa çıkarak yazdığı ve okuru da salt okuyup altını çizmekten daha fazlasına; o yolculukla baş etmeye davet ettiği modern bir masal. Ferzan Özpetek kalple gülümseten detaylarına iç burkan sahici acıları ve anıları gerçek kılan renkleri ekliyor yeniden. Bu kez renkler içinde en konuşkanı kırmızı… Onunla baş edebilmenin; kentinin kıyımına hafızasıyla engel olabilecek bir yüzleşmenin hikayesini kan kırmızıya bulayarak sunuyor. Müziği içinde gizli, sonrası hiç bilinmeyen…



İstanbul Kırmızısı
Ferzan Özpetek
Can Yayınları, 2014
144 Sayfa
* Yurt Gazetesi’nde 4 Mart 2014 tarihinde yazının kısaltılmış versiyonu yayınlanmıştır

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Yazıyı okuyunca;"Sanatlar arasındaki eşsiz akrabalığı" kullanmadaki becerin sayesinde kendimi bir anda, kitaptaki her şeyin üç boyutlu izdüşümlerinin yer aldığı bir galeride buldum. Kırmızı bile üç boyutluydu. Abartmıyorum. Soyutun yansımasını dokunulabilir hale getiren yeteneğin onların hikayelerini de yazsa, kim bilir ortaya neler çıkar.

Ayşe Marika Sağlam dedi ki...

çok teşekkür ederim, incelikli bir önerinin eşlik ettiği zarif yorum için. yazmak her şeyin en zoru, kalbi açarken deşilenler yüzünden... ama buna değiyor her seferinde. bu yorumlardan sonra özellikle!

Adsız dedi ki...

<a href="https://www.kayastor.com/zebra-perde.html” title=”Zebra Perde”> Web sitenizin içeriği ve faydalı bilgilerden dolay emeği geçen herkese teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.

düş zaman peşime

düş zaman peşime
sadece ikisi kaldı hayatta.bu fotoğraftan kalan;soluk almayı beceren iki kişi.diğerlerinin terkine inat,yaşamda direten iki kişi.hangileri ölüme bakıyor...hangileri hayatta diretiyor...hangileri yas bıraktı hangileri acı parçalarını süpürür hala...

her şey

her şey
onlarsız yaşanmıyor...sanal beyinlilere,sokakarası uyuşuklarına,vakitsiz yığınlara inat hem de

zaman ki sonsuzdur

zaman ki sonsuzdur
yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.iş yerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim dirilttiniz.YAZI YAZMAK İSTEDİM AÇ KALIRSIN DEDİNİZ.aç kalmayı denedim serum verdiniz.DELİRDİM.Kafama elektrik verdiniz.ben bütün bunların dışındayım.

sylvia plath çizgisi

sylvia plath çizgisi
kalbimin sızısı...hiçbir şeye benzemeyen.herkesten kıskanır gibi sevdiğim...

tezer&deniz

tezer&deniz

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara, hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa, yaşamı dışlama hakkına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekala canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, öteki kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler, kaygılar çok geride kalmıştır.

deniz bilgin

deniz bilgin
sessizce yittin; sesini duyan????

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD
"Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek" ne çok var yitenlerden..ne de güzeldin.ne büyük sözleri fısıldadın gecenin kulağına.duymamanın hazzına kapılmış lal kalabalıklar arasında elbet var ışığını koklaya koklaya izinden gelen birileri

.....

.....

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ
ey iki adımlık yer küre!senin bütün arkabahçelerini gördüm ben

selçuk baran

selçuk baran
haziran'dır,Arjantin tangoları'dır..kimselerin adını zikretmeyip hayata küstürdüğü sözcüklerin en güzel ustasıdır.erken çekip gidenlerdendir.az kaldı bitiyor derken bir bir önünde ölüm penceresi açılmıştır..sevdiğimiz ne kaldı...kim ellerimizi tutacak korkudan buz kestiğinde.kitapları basılmaz,sahaflar o "adam"ı tanımıyorum der...kim, peki kimin vicdanı sızlar?

Die Verwandlung