SONDAN BİR ÖNCE....
kan ve ip/ blood and rope
for you...
for you...
Kapılardan, kocaman taş duvarladan geçtiler. Yol akmayacaktı,
gittiği hiçbir yer yoktu şimdilik. Sessizlik, toz ve ışıkla çoğaldılar. Oysa
büyük gürültülerin arasında, dudakların kımıltısından başka duyulacak bir şey
yoktu aralarında. Gece gibiydi günler. Açılmayan, sabaha varsın; bitsin diye
sımsıkı boşluklara dağılan. Gece kilitli kapıların ardındaydı. Geride duranın
geri dönemeyeceği bir hiçülkeden söz edildiğini duydu. Bildiği dilde kan revan
bir sonrasızlık nöbeti tutuyordu. Kimselerin, “ne işin var burada? Hadi evine
dön” demeyeceğini biliyordu. Gittikçe çoğalacaktı cennet söylenceleri. Burası cehennemin
hiç tanımadığı parçalarından biriydi. Cennete benzeyişi hafızasındaki
tıkanmadandı belki.
Boşluklar açılacaktı. Etrafında dönülecek, suskuya asla yer
vermeyecek bir telaş içinde büyüyüp duracaktı. Kimse görmesin istediler. Boşlukta
eriyip gittikleri bilinmesin... Gördüler; kem, acımasız gözleri o kadar büyüktü
ki, akıldan hiç çıkmayacak ve onları oldukları yerde o boşluğa hapsedecek
bakışlar yağdı üzerlerine. Kaçabilmek için inkarlara ihtiyaç vardı. Binlerce yıllık,
toprak altlarından fışkıran o inkarlara tutundular. Yalvarmalar, son bir kaçış
ihtimali uğrunaydı. İşe yaramadı. Oldukları yerde, gürültüler içinde açılan
boşluğun yarasına hapsoldular.
Gitmek kolaydı, geride hiçbir iz bırakmamak... Kalan
parçalar, taştan, tenden ve utançtandı. İz bırakmamak neredeyse imkansız. Ama gidebilen
birileri olacaktı. Unutmanın en kolay uykusuna kendini bırakabilen birileri...
Akılda kalanları sökmek, geride kalan olmaktan da zordu. Geride zamanın tozunu
alan, onu gırtlağında suskuyla yıkayan birileri kalacağını bildiler. O halde en
kolayı onun tenindeki ışığı karartmaktı; hem de güneşten önce ve güneşten hızlı yapabilen kazanacaktı. Yanmaktı
bu; deliresiye karanlıkla avutulmak... Yananın hiçbir avuntuyla açılmayacak, az
çok bilinen bir geleceği olurdu. Bunu bir sır gibi birbirlerine devrederler,
kan ve terle örterlerdi üstünü. Bir tür ayindi. Karalamalardan, kem göz izi
bırakmalardan çok sonra sırası gelen. Kalanlar kendi boşluklarında bir kez daha
hapsoluyorlardı bu iklimde. Bunu başka
dillerde bilmeyenlerse çoktan göğün altında, yağmurdan yolculuklara
hazırlandılar.
Yıldızlar vardı isim isim ve renk renk. Bazı geceler
delirmelerin hesabı yıldızların bulandıkları renklerde görülürdü. Çünkü buralarda
yıldızlara bir isim ve kuşam vermek hem delilik hem de büyük günahtı. Tıpkı bir
ihtimallik mutluluk kapısından bakanın boynunu oracıkta kıstırmaya benzeyen bir
cezayla bedellenen. Kadınlar gelip geçtiler, yüzleri apaçık ama gerilerinde
binlerce hayattan çalınmış ilenmeyle bezeli maskeler... Kadınlar birbirlerini
tanırlardı ama ilk önce unutacakları yine aynı yüzlerdi; kendilerine,
analarına, çocuklarına benzeyen kadın yüzleri... Kadınlar ilençlerini
yağdırdılar duvarlardan. Kan sızdı boşluklara doldu. Geride kalanların acıyla,
can havliyle tutunduğu kapılar bir bir kapanırken kan sağanağında boğulmak bir
ihtimalden çok daha fazlası olmuştu artık. Kadın kokusu, gece tutulması, olası
bir tutkunun büyülü çağrısı; tozdan,tözden ve hiçlikten öteye gidemeyişi
yıldızlar önünde doğruladılar. Bir tür tanıklık, geçmiş hayatlardan miras kalmış ayin
eşliğinde yapıldı bu kıyım. Birileri içine dönüyordu. Bunun sonu dündü. Düne varmak,
çoktan hiçbir yere gidememiş olmaktı. Bu kadarı yetebilirdi. Mutlanmanın coşku
ve hazla kuşanmanın bir ihanet kadar ağır bedeli vardı. Kadınlar arasında kadın
kalamamak...
Geceye asıldılar
onlar. Son bir tutunuşla, birbirlerine dokunmamaya çalışarak gecede sımsıkı
saklı kalmaya yeltendiler. Oysa sokak araları vardı hatırlarında. Birbirlerinin
hafızasındakilere hiç benzemeyen, kaba, ağır iplerle birbirini bağlamaya
çalışan... Uçurumlar, kocaman hatıralar ama güneş dolu olduğuna yemin
edebilecekleri sokaklara kaçmak istediler. Birbirlerinin akıl dehlizi daha
iyiydi boşluklarla göğe uzanan o ortalık yerden. Kalpler kanayabilirdi ve
biliyorlardı ki, kanarsa bir daha iflah olunmazdı oralarda. Ne gidilebilir, ne
de geride kalabilirlerdi. Daha güçlü ve iri düğümler atıldı kem gözlere, inatla
bir yara gibi açılan ve gülümseme olduğu yalanıyla dünyayı uyutan o
karadeliklere inat. Boşluğa düşseler ne olacaktı... Karapelerinli bir adam,
şövalye masallarıyla uyuttuğu bütün iyi kız çocuklarını artık kocaman
karanlığını saklamaya gerek duymadan
söküp alacaktı oradan. Kadınlar daha koyu bakacak, baktıkları yer iltihap ve
ceset kokacaktı. Korkmadılar. Geçmişlerinde korkularından kuleler,
birbirlerinin kulaklarına fısıldadıkları gibi rengarenk uyku hapları vardı. Akılları
bir zaman bir yerde, belki birbirine hiç değmeyen anlar içinde aynı şekilde
yırtılmıştı bir yerinden. Korkudan ötesi kalmamıştı. Ölüm mü? Yaşarken içine
düşülen şeye artık ölüm denemezdi. Biliyorlardı. Kayıpları, iri kırılmaları
vardı. Şimdi ne bu kara kaplı şövalye özeti, ne korkunç kadın söylenceleri
onlara değmiyordu. Zaten yolun orta yerinde kopacaktı ip. Yıldızlardan aşağı
düşeceklerdi. Yıldız tozları günler içinde dökülüp giderdi. Hiçbir iz, hiçbir
akıl oyunu kalmayacaktı geride. Yalandı. İzler boyuna kesikler atacaktı
içlerine. Ama saklamayı bildikleri bütün yaralar arasında taptaze ışıldamakla
yetinecekti o da. O halde bağlandıkça bağlandılar geceye. Bir tutsaklığa hiç
benzemeyen, aksine bütün yaşamlardan daha özgür bir bağ kuruldu. İpler, kesif
yıldız kokusu ve bir sonrasızlık kaldı geriye. Bir de henüz verilmemiş bir son
söz... Dudak arasından dökülmesine zaman tanınmış bir veda ihtimali. Sondan bir
önceki vedaydı bu. Kalanın durduğu yere ikna olmasını, gidenin bütün mesafeleri
sahiplenmesini gerektiren. Sustular. Söylenecek her şeyi, diğerleri ait
oldukları karanlık diliyle söylemişlerdi. Geriye sözlerden ve bilinen her şeyden
çok daha ötede, yüzyıllar geçse yerinden oynatılamayacak bir iz kaldı. Yaraya benzeyen,
yaradan daha çok acıtan ama aslında yerine en çok yakışan....
1 yorum:
orada Reyhan da var
Yorum Gönder