Neil Gaiman YOKYER

Olağan, kendine rağmen akmaya devam eden hayatı kim durdurabilir? Kimin gücü yeter, rutinin benzersiz güvencinden biraz uzaklaşıp yok sayılana dönüp bakmaya? “Yaşamla şaka olmaz, öğretileni yaşamaya devam et” diyen o sesi susturmak mümkün müdür?
Kimse durduk yere, özellikle de metropol yaşamının kendine has diliyle konuşanlar kendi rutini içinde seyredeni kıracak bir sihirli değnekten medet ummaz. Zaman zaman filmlerin, kitapların coşkusuyla bir çakımlık da olsa imgelediği dünyanın buraya hiç benzemeyen güvensiz koridorlarında dolaşmayı kurgulamak akıl dışıdır. Öyleyse böyle gelmiş, elbet böyle gidecek düzen içinde, sessizliği ilk kim bozacak oyununa aldanmadan, son nefesin olası en güvenli yolunda yürümek yeğdir. Bazen de bunun bir an önce kırılmasını, ne olursa olsun değişmesini dileyen birileri olur. Düşündükleri her neyse, onun utanç verici, akıl dışı serüvenini dillendirmezler. Ama hep bekleyen birileri vardır.
Richard Mayhew bu bekleyiştekilerden, yani bildiğimiz meczup roman kişilerden biri değil. Aksine farklılıkların kaosuna katlanamayacak bir kontrol delisi, hala trolleriyle oynayan ve bunun yaşamındaki tek “anormali” olduğu rahatlıkla söylenebilecek fazla normal bir adam. Londra’daki düzenli işinde kendince bir yol tutturmuş, idare eder dairesinde televizyonun varlığıyla bile yetinen ve hep daha fazlası için onu kolundan çekiştiren “elit-entellektüel “ nişanlısıyla, güvenli yollardan bir an olsun şaşmayan sıradan kentli.
Yaşamında merhametten daha fazla bir zaafa yer vermemesi önceden belirlenmiş kurallarla sağlanmış, beklentileri gözü yükseklerde bir kadın tarafından gerektiği dozda ayarlanmış bir metropol faresi olmayı yadırgamaz. Bunu sorgulamaz bile. Ta ki farelerin sadece iyi giyimli, elinde kahvesiyle işine giden, yaşamsal saati birilerince kurgulanmış beyaz yakalılardan ibaret olmadığını anlayıncaya kadar.
Merhamet dozu bile, yetişilmesi gereken bir özel iş yemeğinin üslubuna göre belirlemekle yükümlü nişanlısı Jessica tarafından ayarlanan Richard, hayatındaki ilk başkaldırıyı yaptığında, yani yerde yatan yaralı bir genç kıza “merhamet gösterdiğinde” başı tam anlamıyla belaya girer. Bu, ömründe bir ilktir. Bir kurallar dizini içinde, bir an olsun söz hakkı kullanmadığı koskoca hayatının orta yerinde ses çıkarmıştır çünkü. Cılız sesini dışarıdan duyduğunda kendi bile inanamaz. Nişanlısının tüm itirazlarına rağmen, ona başka dünyaların, başka dillerin ve önceden belirlenmemiş acıların olduğunu anlatacak o kapı(!)yı açar ve Door’a yardım elini uzatır.
Dünyayı karşısına almaktır bu. Çünkü onu oracıkta terk edecek bir kadın, kadınla birlikte elinden kayıp gidecek olan klasik yaşam planı hayatının seyrinin değişimini fısıldar. Richard bunu duymaz; duysa da ses çıkarabilecek zamanı yoktur. Ve klasik bir yorumla, “bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak”tır.
Ne var ki “Yokyer”, bundan sonra eskisi gibi olmayacakların bildiğimiz tanımlarını zorlayan, “ee olacağı buydu” demeye olanak vermeden akıp giden bir Neil Gaiman kitabı. Büyük ilgi uyandırmış Sandman serilerinden tanıdığımız yazarın fantastik edebiyat türünde verdiği tüm yapıtlar arasında yeri bir başka olan “Yokyer”, pek çok kez incelense de her seferinde yeni bir yüzleşme ve farkındalık yaratması açısından farklı. İthaki Yayınları tarafından 2010’da ilk kez Türkçe basılan kitap, basıldığı tarihten bu yana ilgi görmeye devam ediyor. Geiman’ın mucizesi, oldukça tehlikeli bir tür olan fantastik edebiyat içinde, hep taze kalmaya devam edişiyle açıklanabilir.
Yokyer, Aşağı ve Yukarı Londra olarak birbirinden sadece zamansal ve mekansal olarak ayrılan iki dünyayı betimliyor. Anlatıda özgün olan, sadece zamansal mekansal farklılıkların şiirsel atmosferi değil, birbirine bu denli yakın ve neredeyse iç içe geçmiş yaşamların birbirine değmeden akıp gidiyor oluşunda gizli. Bu güncel bir göndermeyi de bünyesinde barındırıyor elbette. Şehir yaşamı içinde, farkındalıktan zerre payını almamış insan yığınları, gözleri önünde akıp giden, burunlarının dibinde cereyan eden hayatları “istemedikleri sürece” görmüyorlar.
Bunun için Aşağı Londra’nın yer yer mistik atmosferine de gerek yok üstelik. Görmezden gelmek, giderek görme yetisini yitirmeye dönüşüyor. Kitapta, Yukarı Londra’dakilerin Aşağı’dan olan, onlarla temas kurabilen hiç kimseyi görmez,duymaz olmaları tam da bu noktada açıklayıcı oluyor. Richard, Door’a yardım ettiği andan itibaren büyük bir lanetle kuşanıyor ve ailesi, iş arkadaşları hatta nişanlısı bile onu unutuyorlar.
Seslendiği halde onu duymuyorlar, bir anlık yanılsamalar dışında görmüyorlar. Bu andan itibaren Richard ne oralı, ne buralı olarak arada kalmışlığına bir çözüm bulmaya, bu kör ikilemden kurtulmaya çabalıyor.
Çabası sırasında karşılaştıklarına bir anlam yüklemesi, kendi dünyasının diliyle bir mantık araması Yokyer’in yer yer ironik dilini biçimliyor. Zamanla bu çabadan vazgeçip; konuşan sıçanlar, tuhaf gece pazarlarındaki çok daha tuhaf olaylar-kişiler, bir leydi olan neredeyse çocuk yaştaki Door, devasa cüssesine rağmen ironik bir çekiciliği olan güçlü Avcı, tüm irkilticiliklerine rağmen başlı başına kahraman sayılabilecek trajikomik ikili Mr. Croup ve Mr. Vandemar, geceye ve ölüme mahkum kadife kızkardeşlerden Lamia ve Markis Carabas ile birlikte delilik ve akıl sınırları arasında gezinmeye başlar.
Anlam veremediği bir savaşın, “bilmesi gereken”den fazla verilmeyen eksik bilgilerin içinde el yordamıyla kendini buradan kurtarmaktan başla çabası olmayan Richard, arayışını bir kenara bırakıp normal yaşamında hiç göstermediği bir yüreklilikle bu dünyanın adaletini arar. Door, kurgu gereğince yerli yerine oturan bir isimdir; Richard’ın tıkalı yaşamındaki ilk ve tek gerçek kapıdır ve ne ironiktir ki bu kapı sürreal bir dünyanın hiçbir zamana ve mekana uyarlanamayan diliyle açılır önünde.
Yokyer masalsı, uçarı bir dünyayı gerçekçi bir dille,en ufak boşluk bırakmadan tasvir ediyor. İngiltere’nin bilinen mekanları, kasabaları içinde gezinirken, bir anda yerlebir sayılabilecek değişimle yer altına, tam mistik bir dehlizde kaybolurken yeniden İngiltere’nin sahici sokaklarına dönüyor okuyucu.
Geiman’ın bu ikilem içindeki ustalığı, dilinin sadeliğinde ve kahramanlarının her birinin kanlı canlı tasvirinde yatıyor. Olaylar günümüz fantastik türleri içinde yer yer karşılaştığımız bildik olaylara çok benzese de Neil Gaiman atmosferinde bambaşka bir kılıkla bedenleniyor ve her daim tazeliğini koruyacağa benziyor.