20 Ocak 2015 Salı

AMARGİ FEMİNİST DERGİ KIŞ 2014 SAYI:35 KAHRAMANLARIMIZ dosyasında yayımlanan yazım


“HİKAYEMİ RÜZGARA BIRAKTIM: ARTIK ANLATMAYACAĞIM…”
-rüzgar tanıktı; geri dönüp bakmadım!



Annemin tuhaf hatırasına ve izi ışığım olan İpek Uzman’a..                                                                                                                                            
  Bana bu hikayeyi anlatmamı sen söyledin. Yıllarca aslında eninde sonunda bir kahramana dönüşeceğini bilir gibi, kimseye benzemezliğini, çokça tuhaflığını bir an olsun sakınmadan yazmam için gezindin benimle. Yol arkadaşımdın en çok... Yarı yolda bırakma ihtimalini saklı tutan, ama yolun sonunda dipsiz bir karanlık bile olsa gözünü kırpmadan yürümeye devam et, gerekirse koş diyen o z/amansız bilgeliğinle geri dönemeyeceğim bu hikayeye dahil ettin beni. “Kimse kimsenin sahibi değildir, bir aile en fazla yol gösterebilir o da yolun ne olduğunu biliyorsa” dediğinde dünya el yordamıyla keşfedilecek bir serüven gibiydi. Oysa sen kanatlarını korumak değil, sadece uçmak için açan, bazen acımasızlığa varan bir kendi halindelikle göz ucuyla hiç de öyle olmadığını fısıldıyordun. Dünya bir oyun yeri değil, kurallarını birilerinin belirlediği bir yarış hiç değil diyordun. Gideceğin yere kadar sana eşlik edenler olacak “aynı yolda yürüyenler elbet buluşur sen yürümeye devam et ve arkana hiç bakma...” dediğinde on yaşındaydım. Benim biricik yara izim, yol arkadaşım, ruh eşim hep sendin. Geride kalırsam beni bile dönüp arama diyen bir kadın, ondan sonra gelecek herkesi; edinilecek tüm hikayeleri gölgesinde bırakır. Sana benzemekten deli gibi korktuğumu söylediğimde, her inkar bir benzerini yaratır; senin de başına gelecek diye gülümsemiştin. Biliyordun. Hiçbir alakamız olmadığı güvenciyle geçirdiğim yıllar giderek senin cümlelerin, senin beden dilin, senin bakışlarınla dolu bir sınıra ulaştı. Sen deliydin(!), ben inadına normal kalacak, herkes gibi sakince yaşamayı becerecektim. Yapabilirsin diyordun. Yeterince istersen herkese benzeyebilirsin. Hesaplaşmamız bitmedi. Sana taptığım zamanlardan, tuhaf ve aykırı söylemlerinden nefret ettiğim zamanlara, seni asla anlamasam da öylece kabullenmeme ve sonunda hayranlıkla öfke arası bir yere vardım. Bunun aslında kendime kendimi geri vermem demek olduğunu inkar etmem, günün birinde senin nereden geldiği belli olmayan acaipliklerini bütün ruhumla yaşadığımı ayrımsadığım gün son buldu. Kabullenmek rahatlamaktır. Yenilmiştim. Yine haklıydın. Bana bu hikayeyi yazdıracağını biliyordun. İzleklerinde yürüdüğüm bütün o kadınları deli gibi kıskandığın halde, eninde sonunda beni anlatacaksın diyen o kendindeliğin kazandı.
  Başka hayatları anlatabilirdim. Aklımdan geçen, yolumda yerleri bir an olsun değişmeyen kadınlardan birini. Hepsinin hayatının bir yerine ilişmiş olmayı, bir anlık dahi olsa hikayelerinden geçmeyi dilerdim. Yazıya oturmadan, günlerce aklımda hangisini, hakkını vererek yazabilirim diye düşündüm. Ama sonra senin hikayende 25 yıl gezindiğimi hatırladım. En büyük izim, aklımı başımdan alan gerçekliğinle ve yerine bir şey koyamadığım sen vardın yazılmayı bekleyen. Sabırla. Öylesine değil, bilerek; çok severek “bekar anne” olma fikriyle ve aşktan delirerek yaratılmış kahramanındım senin. Seni yürüdüğüm yoldaki en güzel yol arkadaşım ol diye yaptım demiştin. Birbirimizin gözünü oyacak kadar sınırlarda gezinsek de ruhumda senden, ruhunda benden bir alıntı vardı ve bunun için evlenmeye, ne kadar sevsem de bir adamla ömür geçirmeme gerek yoktu demiştin. Bunları duymak için erkendi. İlkokulda annemin nikahına gittim dediğim gün sınıfın orta yerine ateş düşürmüştüm. Tabii okula çağrılman, “hayal gücümün genişliği” üzerine çekilen nutuğa verdiğin, “doğru söylüyor nikahıma karnımda kızımla gittim” yanıtın sonrası hiçbir şey aynı olmadı. Hikayeyi başka bir hale sokan, aslında hiç düşlemediğin şeydi. Ama seksenlerde bekar anne olma fikri senin bile baş edebileceğin bir şey değildi. Okula götürdüğüm nikah fotoğrafları ilkokul hayatımın kolay geçmemesi için bütün şartları tamamlamıştı. Siyah gelinlik ve yüzünün yarısını kaplayan simsiyah tül,karnında ben normal sandığım hiçbir şeyin aslında normalliğin kıyısından bile geçmediğini yüzüme çarptığında sana duyduğum sevginin de üzerine öylece bıraktı gölgesini. Yara izimdin sen. Bedeninde benden kalan iz, benim ruhumdakiyle örtüşmüyordu. Sana benzemeyecektim. Herkes gibi olacaktım. “dene” dedin. Şansını dene... Bakalım olacak mı?

  Birbirimize mektuplar yazıp günlerce süren “sessizliği kim bozacak” oyununda da kaybeden ben oldum sonunda. “Yazı kalıcıdır” diyordun. “Kurduğun cümlelere, birilerine verdiğin vaatlere dikkat et. Yazıya dökülmüş söz iz bırakır...Altından kalkamayacağın cümleler kuracaksan yazıdan uzak dur, insanlar yüzyıllarca yazılmışa inandılar.” Sen gittikten sonra bulduğum  tüm o yazışmalarımız, izlerin bedende değil hatıralarla ruhta asılı kaldığını haykırdı. Ben sende çok daha derin izler bırakmış ve inkar oyunlarında salınmaya dalmıştım. Ama sen sözün büyüsünü saklamıştın ve oradan bana uzanıp birbirimizin aynısıyız diyordun. Tüm yaralarına sahip çıkabildiğin kadar sen olmuştun gözümde. Seni hayatındaki her hatayı kocaman bir adıma dönüştürdüğün için inkar ettiğimi biliyordun. O hatalardan bir hayat çıkamazdı, aklına eseni yaşıyor olmak çocuk sahibi bir kadının harcı değildi. Çocuk aklımda diğer anneler gibi kabullenişin, razı gelişin parçası olman gerektiği çınlıyordu. Hiçbir hayat bir şeylere zorla ikna olacak kadar uzun ve değersiz değil dediğin gün bile inanmamıştım sana. Uyum gerekliydi, bazen herkes gibi olmak, onların arasında rahatça gezinmek...Herkes sana şaşkınlıkla bakarken aynı hızda etkin altına giriverirdi. Seni sevmeyen, varlığına dayanamayan bir tek insan anımsamıyorum. Ben bile bazen senden çok uzağa kaçmak isterken bunca uyumsuzluğuna rağmen ışığın insanların gözlerini nasıl alabilirdi. Büyücü olduğunu düşünürdüm. Alev saçan bakışlarınla insanları uyuşturduğunu... Sen gittikten yıllar sonra bile gözlerini özlediğini söyleyen o insanlar tesirin altında olmalıydı. Ne yaşarsan yaşa hız kesmeyen kahkahana bağımlıydı onlar. Gözlerinde yüzyıllarca taşınmış hikayelerden kalan derin hüzne rağmen dudaklarının kenarında yalnızca gülümsemekten oluşmuş çizgiler yerden kalkmaya cesareti olmayanlara merhamet etmezdi bir tek. Erkeklerin bunalımlısı, kadının her şeyden yakınıp hiçbir şey yapmayanı çileden çıkarırdı seni. Onlara acıman yoktu. Kendi başına bir şey beceremeyen, patlamış ampulü erkeğe değiştiren kadına inat arabayı da sen tamir ederdin, haksızlığa uğrayan herhangi bir insanın kavgasını da sen yapardın. Seni bir tek temizlik yaparken hatırlamıyorum.  Domestik kadın kadar sinirini bozan bir şey yoktu. Bütün kadınları araba ve televizyon tamir edebilir sanıyordum. Kendimi elektrikli testere kullanırken bulduğumda sana benzememek için yaptığım her şeyin fiyasko olduğunu söylemek için yanımda değildin. Yüzünde her şeyle dalga geçebilen o ifadeyi aklımdan atabilmek için ne kadar uğraşsam da görüyordum. Bana bu hikayeyi yazdıran sen, karşıma dikilip “naber” diyordun. Mahalle muhtarlığında evin reisi hanesinde adın yazıyordu. Babamın bir an olsun bile neden demediği, haliyle bizim de lider olmanın kadın ya da erkekle ilgisi olmadığını normalleştirerek büyüdüğümüz evde dışarıdaki “birbirinin aynısı” hayatlardan korunacağımız öğretilmiyordu bir tek. Dünya ona karşı gardını alacağın bir cehennem azabı değildi. Ne yaşarsak yaşayalım; maddi-manevi her yıkımda yeniden ayağa kalkacak güç senin sesindi.  Bol kedili, üç çocuklu, hergün aklına yeni bir fikir düşüp onu kovalamaya kalkışan, kendi hayat mücadelesine dalsa bile başka hayatları kotarmak için gece gündüz etrafa yaşam saçan, kocasının aşırı duygusallığıyla dalga geçmeyi bile eşsiz bir zerafetle yapan kadın, bana emanet ettiği izlerin hesabını soruyor şimdi. Ayağa asla kalkamayacağım sandığım düşmelerimde gözümün kenarında yaş dolduğunu görseydin, bu hikayeyi yazdırmazdın bana. Daha olmadı, henüz değil derdin. O yüzden canım her yandığında beni görüyor musun diye düşünüyorum. Görseydin canım acıyor derken bana o inanmazlıkla, hadi kalk saçmalama diyecektin ve yeniden birbirimizi yemeye başlayacaktık. Ama artık acıyan yerlerimi neyle iyileştireceğimi biliyorum. Bunu içimde gezinen o güç yaptırıyor bana. Senden bana belki benden sana devrolan.  Sanırım zamanı geldi: hiçbir şeyi öylesine değil tutkudan ölerek yaşayan bir kadın, eninde sonunda hikayesini geri isteyecekti ve şimdi cümleler arasında salınırken, ruhuma üflediğin tüm hikayeler gibi burada da senin rüzgarın konuşuyor.
  Herkesi yazabilirdim. Yola çıktığım gün bana eşlik edeceklerini ve eğer gerçeklerse ve tutkularını onlarla bölüşebiliyorsam kalıcı olacaklarını söylediğin yol arkadaşlarımdan herhangi birini... Hepsine borçluyum. Ama öncelik senin olmalıydı artık. Yıllarca beni paylaşmak zorunda kaldığın o kadınların her biri kenara çekilip seni anlattırdılar bana. Belki hepsi, günün birinde seni yazabilmem için elimden tuttular, belki de sen onları daha iyi anlamam için sinir sınırlarımı zorlayarak yaşamımdan geçip gittin. “Bu çocukta akşamüstü hüznü var” diyordun, “belki ileride yazmasını sağlar...Ben yaşamayı seçtim, yazamam” dediğin yerde aramızdaki tek sınır belli olmuştu. Sen hayatın bir saniyesini kaçırmamak için gözlerini kocaman açıp tutkunun kendisi oldun, ben o tutkuyu anlatacak gücü aradım. “Birileri tutulacak sen hikayesini yazacaksın ama sen tutulduğunda adı tutku olacak” diyen bir anneden daha derin bir izim yok benim. Hayatı boyunca kendi mücadelesini vermiş, ekmeğini taştan çıkarmanın öylesine bir laf olmadığını bana canla kanla hatta kanatarak; bilmediğim bir dünyayı kolay kavranamayacak bir dille anlatan; bunu yaparken neleri feda ettiğini şimdi algıladığım anneme borçluyum.  Kadın olmayı ama en çok kadın kalmayı, ona sahip çıkamıyorsan oyunu terk etmeyi öğrendiğim ilk yer annemin yanı. Acımasızlığında varoluşunun normalliğini ödünç alır gibi yaşayan o dönemki ve ne yazık şimdiki her kadının mücadelesi gizliydi. Bunu algılamam için bedenimi kavramam gerekti önce. “Bir kadın anne ve eş olmak için değil varoluşundaki tutkunun ve gerçeğin izini sürmek için yaşamalı, diğer her şey buna hizmet eder. Yoksa yol boyu dönüp dönüp geriye bakarsın” demiştin. Seninle mücadele ettiğim yer aklımdı ve ben bu hikayeyi yazıp bitirene dek defalarca geri dönüp baktım. Aslında her dönüp baktığımda bana bir şeyler söylemeni bekliyordum. “Yapamayacağım” dediğim yerde nasıl yapabileceğimi anlatmanı... “Kendi yöntemini bul” dedin bana ve “anlat; anlat ki yazının kalıcılığında mühürleyip ikna et kendini. Yoksa o yol hiç yürünmemiş gibi öylece uzar önünde ve sen her zerrenle yola çıktığın yere; en başa geri döner durursun...”

Yola devam edebilmem içindin. Yoluna devam edebilmen için gelmiştim. İyi ki tanışmışız... Şimdi yolun gerisinde ne halt edeceğimi bilmesem de, kulağıma fısıldadığın tüm o alaysamalarına ilene ilene seni anlatmanın yolunu arıyorum. Bu defa Tezer, Simone, Virgina, Camille, Kahlo değil… Sen geziniyorsun rüzgara bıraktıklarım arasında. Sen olmasaydın yapamazdım. Adın gibi biliyordun…. 

31 Aralık 2014 Çarşamba

OKUMA HALLERİ: Denis Diderot "Rahibe"... KORKUNUN RENGİ.

 Vicdan ne demekti Soeur? Yaşadığımız hayatın provası tüm kutsaniyetin kollarında olup bitmiyor muydu? Baskının ve korkunun diliyle cehennem, kutsal kitaplarda yazanın aksine tam da şurada yanıbaşımızda başlıyor. Korkunun kölesi olanlar, en büyük vicdansızlara dönüştüyse söyler misin kutsal Meryem, sen ne diye bir oğul yitirdin?

Denis Diderot’un zaman aşımına asla uğramayacak eseri Rahibe’nin akla düşürdüğü her şey, şimdinin ve belki çok sonranın hiç çözülemeyecek yegane meselesine dokunuyor: vicdan!
Vicdan sonradan edinilen bir şey olmadığı halde, zamanla ve korkuyla yok edilebilir hissini tüm kitap boyunca okurun aklına kazıyor Diderot. Bir meleği şeytana ustalık edebilecek hale getiren; tüm insanlığın kalbin karasında lekelenebileceğini anlatan muazzam bir öğretiyi, bir rahibenin, kutsaniyetle çevrili duvarlar gerisindeki çığlığından aktarıyor okura. Başından beri vicdan sınırlarını zorlayan, yerinde olsam bir saniye dayanamazdım dedirten azaplar karşısında kimselere duyuramadığı sesin gerisinde Sainte Suzanne, okurun kalbine yerleşiyor. Ancak tüm okuma boyunca tuhaf, nedeni belirsiz bir çok vicdani hesaplaşmanın ardında Suzanne gerçekten masum mu dedirtmeyi de elden bırakmıyor. Şeytanın melek maskesini ne zaman, kime takacağını hiç bilmediğimizi anlıyoruz. Bir insan bunca azaba, sadece “iç sıkıntısı” yüzünden katlanabilir mi? Ya da özgürlüğün bedeli sayılabilecek tüm o kahırlara “burada çok sıkılıyorum” diyen bir insana ne kadar güvenebilirsiniz? Diderot durmadan ters köşe sayılabilecek hikayeler bırakıyor okurun aklında. Bir sayfa boyunca lanetler yağdırabileceğiniz şeytan, aslında yanı başınızda taşıdığınız dostunuz çıkıveriyor. Belki de en silik, en gölge karakterleri vicdanı komple sahiplenmiş saymak yerinde olabilir. Diğerleri değişken çıkarlar uğruna en vazgeçilmez dediklerinden bir anda sıyrılabiliyorlar.
Bu aslında hayatın kocaman bir özeti sayılabilir. En güvendiğiniz yerde şeytanı besliyor olabilirsiniz, en güvendiğiniz insan bir anda size bildiğiniz bütün iyilikleri unutturacak; cehnnem azabını kendi elleriyle ikram ediyor olabilecek kişidir.  "Bir insanın sağlığını ve zihnini perişan etmek için ne yapılabilirse yapmaya başlamışlardı; zalimlikte öyle ustaca şeyler yapıyorlardı ki bunları ne kadar düşünseniz bulamazsınız" düşünüldüğü halde yanıtı asla bulunamayan şeydir vicdan. Cehennem ya da kabir korkusuyla sindirilen bir ruha, korktuğu şeyin ta kendisi olduğu söylendiğinde bile durdurulamayan kötülüğün hiçbir dilde ve dinde karşılığı bulunamıyor. Kaldı ki bunların yaşamın içinde her yerde gezinen öylesine insanlar olduğunu düşünmek korkuyu çoğaltıp, sinik bir pasifleşmeyi de beraberinde getiriyor.


Bu anlamda Diderot’un “Rahibe” si yeniden basılmayı bu dönemde gerçekten hak ediyor. Her dönemde ille de bir karşılığı bulunabilecek bir okuma sunuyor Rahibe. 

(Engin Yayıncılık 3.baskı Kasım 1997 Türkçesi Adnan Cemgil)

31 Mart 2014 Pazartesi

ERGUVAN DEĞİL KAN KIRMIZISI İSTANBUL (04.03.2014 Yurt Gazetesi'nde yayımlanan yazım)

Renkler geliyor aklıma. Hiç susmadan konuşan; birbirine değmeden akıp giden renkler… O’ndan söz edilirken, ya da O’nun elini sürdüğü herhangi bir yaratıya bakarken renkleri düşünmekten alamıyorum kendimi. Her tondan, her dilden ama ille de en çok kendine benzeyen; bir başkası giyinse asla aynısı olmayacak o renkler, bakıp geçilenlerden çok içe işleyip hiç çıkmayacak izleri konuşturuyor.
Ferzan Özpetek görsel, hem de çok güzel renklerle dolu görsel bir sanatın ustası olduğundan, zihindeki çağrışımları sayısız ve benzersiz. Hangi hikayeye dokunsa birbiri içinden kendine özgü bir dille yenisini çıkaran; çok katmanlı ve bu katmanlar arasında adeta “büyücü” bir anlatıcı. Ona yönetmen, yazar hatta kalemini ve kamerasını fırça olarak kullanan bir ressam gibi adlandırmalardan ziyade anlatıcı dediğimde belleğimdekiler hem bir müzik, hem dil, hem de resim oluyor zaten. Trajedinin ve acının ironiyle hatta hazla büyülendiği; dolayısıyla yaşamın ta kendisini yıkıp yok etmeden ve umutla ortaya serdiği hikayelerini bu kez bir kitapla sunuyor izleyici(!)sine. İzleyici okuyucuya dönüşse de yine de anlatısında görselin; büyülü tasvirlerin etkisiyle bir seyir halinde dolanıyor sayfalar arasında… Yani sanatlar arasındaki eşsiz akrabalığı yerli yerinde kullanıp izleyici okuyucu ayrımı gözetmeden yine/yeni bir tanıklık şansı veriyor. Ve işte o rüya renkler yeniden başrolde okuyucunun önünde dans ediyor.

EN BİLİNENİN TEHLİKELİ NEFESİ

Ferzan Özpetek anlatımlarında günlerin, sayıların, zamanın bir rengi var. Burada da kentlerin en tuhafına kırmızı diyor. İstanbul erguvan anıştırmalarıyla mühürlenmiş olsa da Ferzan’ın dilinde hak ettiği renge dolanıp kırmızı; kan kırmızı oluyor. Bu kente naif romantizmin erguvan soluğunu uygun görmek yetmiyor ki; kırmızı bütün barındırdıklarıyla O’nun anlattıklarına eklemlenip sahici; capcanlı duruyor karşımızda. Kırmızının tutkudan aşka, ölümden nefrete, acıdan hazza pek çok boyutun birebir çağrışımı olduğu bir an olsun akıldan çıkmasın diye, ona İstanbul diye sesleniyor. “İstanbul hüznün, üzüntü ile özlemin arasında duran o duygunun şehri” dediğinde kırmızı kendiliğinden gelip yerleşiyor hikayenin fonuna. İstanbul Kırmızısı yabancı olmayan bir kesişimler, tesadüflerle incecik bağlarla birbirini anıştıran iki farklı karakterin İstanbul’ a düşen yollarından kesitlerle ilerliyor. Dramatik temaslarla kendi içlerindeki dehlizleri keşfetmeleri; birikmiş ve üstüne yalandan ve inkardan perdeler çekilmiş yaralarını deşmeleri için İstanbul kırmızı gölgesiyle ruhlarını kuşatırken; buralı okuyucu için bildik bir resim çiziyor. Yine de en bilinenin tehlikeli nefesi her şeyin ötesinde; üzerinde bir anlam yükleniyor. Her tanışıklık bilinenlerden ibaret değildir diyor okura. Hayatının kendince normal, “edinilmiş” akışı içindeki kadının baş aşağı olan hikayesiyle; yıllardan ve yollardan sonra baba evine dönen adamın değişmiş yaşamının aslında yeniden yüzleşmeler yumağıyla aslında hiç değişmediğini anlaması, birbirine uyumlu göndermeler halinde paralel ilerliyor.

AÇIKLANAMAZ ŞEYLER

Her ikisinin de yüzleşmelerinin ve trajik farkındalıklarının odağında aşk var. Aşkın ölüme içkin yüzünü aynı anda soludukları kent İstanbul’dan başkası olamazdı elbet. Kanın ve ölümüne sevmenin; tenin ve arzunun rengine dönüşen İstanbul sokaklarında kanlar akarken aynı anda kalplere ve ruhlara aşkı üflüyor. Yitimin ağrısı, aşkın tutkudan hazlar çıkarması eş zamanlı ilerliyor: “Aşkın yalnızca cinsellik olmadığını öğrendim: o çok, çok daha fazlası. Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim” diyor erkek karakter ve bu derin bir yitimin, izi çıkmayacak bir acının hemen eşiğinde kabullendiği bir çıkmazı açıyor. Burada Ferzan Özpetek filmlerinde, anlatılarında hep büyülü imajlar eşliğinde dillendirdiğini haykırıyor bir kez daha; kişiler gitse de duygular bitse de aşkın hiç bitmeden yaşama dair bir şekilde varlığını koruduğu gerçeği! O yüzden hiçbir insan tamamen gitmez; var olmadıklarında bile o bağlar ilk günkü kadar korunur. Bu sağaltım acıya kesik atan bir umut vaat ettiği gerçeği kadar, aslında anılarla yaşamanın kalbi ne hale getirdiği sorgusuyla çift anlamlı bir okuma taşıyor. Bunun bu kentle metaforik bir bağıntısını saptamak güç değil. İstanbul değişen ve bitenlerine rağmen bütün hikayeleri ilk günkü gibi belleğinde tutar ve yaşayanlarına, içinden geçip gidenlerine zamanı geldiğinde bu hikayeleri fısıldar. Can yakan; kalbi kıstıran bu bellek oyunu kentin atmosferine acı ve zevki aynı anda taşıyan kırmızıyı bular. Burada Özpetek, hikaye kişilerine metaforik göndermelerle dolu kırmızı detaylar eklemeyi ihmal etmez. Okurken dekoru, kostümü ve müziği bir an olsun akıldan çıkaramayışımız bu özel detaylardan ileri geliyor. İstanbul Kırmızısı’nda anlatı kişilerinin her biri özellikle seçilmiş ve tıpkı filmlerindeki gibi anlatıcısı tarafından özel kuşamlarla derin hikayelerin sahipleri olmuşlar. Burada yıllar sonra yeni neslin adını dahi bilmeyeceği çok özel anılarla dolu İstanbul mekanları ve birer birer tahrip edilişlerinden ve özenle bellek temizleyen sistemin hala kan kokan elinden söz edilirken dahi her birinin alt metninden yepyeni hikayeler taşıyor. Sarayı yağmalanmış bir kraliçe mi yoksa sokakları renklerine bulayan bir serseri çocuk mu olduğu sorusuyla akılları yüzyıllarca bulandıracak bir kent oluyor İstanbul kitapta. En sonunda kişilerini tarihsiz, anısız, ağaçsız, sevişmesiz bırakan bir yüzyılı ve hunhar sistemini de lanetleyen anlatıda Gezi Parkı olayları güncel bir dille ama aslında çok katmanlı binlerce soruyla yeniden ve yazar dilinden başka bir anlatımla bedenleniyor. Üstelik bu kentin hem çok dışında, hem de tam içinde duran iki ayrı karakterin benzer tanıklıklarıyla yer yer masal; yer yer kabus sekansı eşliğinde oluyor bu.

MÜZİĞİ İÇİNDE SAKLI

İtalyanca kaleme alınıp Türkçe’ye çevrilen İstanbul Kırmızısı iki dile de gayet hakim bir yazarın bütün olanaklarıyla ve kendini deşercesine bir içsel yolculuğa çıkarak yazdığı ve okuru da salt okuyup altını çizmekten daha fazlasına; o yolculukla baş etmeye davet ettiği modern bir masal. Ferzan Özpetek kalple gülümseten detaylarına iç burkan sahici acıları ve anıları gerçek kılan renkleri ekliyor yeniden. Bu kez renkler içinde en konuşkanı kırmızı… Onunla baş edebilmenin; kentinin kıyımına hafızasıyla engel olabilecek bir yüzleşmenin hikayesini kan kırmızıya bulayarak sunuyor. Müziği içinde gizli, sonrası hiç bilinmeyen…



İstanbul Kırmızısı
Ferzan Özpetek
Can Yayınları, 2014
144 Sayfa
* Yurt Gazetesi’nde 4 Mart 2014 tarihinde yazının kısaltılmış versiyonu yayınlanmıştır

29 Eylül 2013 Pazar

AMARGİ DERGİ YAZ 2013 SAYI: 20 ZORLA GÜZELLİK DOSYASInda yaymlanan yazım: “BEN GÜZELE GÜZEL DEMEM GÜZEL BENİM OLMADIKÇA”





“BEN GÜZELE GÜZEL DEMEM GÜZEL BENİM OLMADIKÇA”
Entelijansiyada ataerkil zorbaların güzellikle imtihanı...
  Bazen kavramlar, içi çoktan boşaltılmış; neredeyse yerinde yeller esen kimi duygulanımları nitelemekte yetersiz kalıyor. Biri sana hikayeni yanına al, kavramını da doğruca yerine iliştir ve yapabiliyorsan anlat dediğinde o duygular zamana tutsak birer hayalet gibi gezinmeye başlar. Ama üzerinden zaman geçmiş yaşanmışlıklar, ne kadar renkli kurgularla beslenseler de hep biraz eksik kalacaklar. Hal böyleyken zorlanmış güzelliğin hikayesi olur mu?
  Bu ülkede sanatla uğraşan kadınların “sanatlarının güzelliğinin”zorlandığı doğrudur. Ve o taraklarda bezi olan bilir ki, hep o birilerinin(!) dediği gibi: güzellikle olmazsa, zorla olur!
  Hikayeler değişir, hayat durmaksızın dönüşür ama kavramın imlediği o “şey”in varlık gerekçesi ve itki kaynağı hiç değişmediği için dillendirilmek isteneni herkes ortak bir suskunun gölgesinde bölüşerek bilir. Zorlamanın kaynağındaki istenç dışı o gücün ardında “olmayacak olanı isteme” hali beslenir durur.  O yüzden zorla güzellik olmaz diye dile pelesenk olmuş o atasözünün neredeyse karşılığı yoktur. O güzellik bir şekilde, birileri için eninde sonunda “olacak olan”dır. Çünkü şuursuz bir çoğunluk için, güzellik zorla ele geçirildiğinde tadından yenmeyen o kutsal emanetin ta kendisidir.


  Dünyanın herhangi bir yerinde nasıl yürür, neyle beslenir bilemem ancak, bu ülkede sanatla uğraşan, yazan çizen kadın için “zorla” dan kasıt, pek çok kez “olacak olan” a dirençle ilintili bir konu. Bunun ne demeye vardığını da derin bir nefes ve farkındalık, kendiliğinden anlatacaktır. Dayatmanın herhangi bir türünde, eğer belli bir taciz imlemesi yoksa, razı gelişe varan bir pasifleşme, geri çekilme kımıldanır. Üstelik bu coğrafyada sanatla uğraşmanın, “rahat ve açık fikirli” olmaya uzanan bir algısı varken, dayatmanın herhangi bir kılıklanmış halinde o rahatlığın maskelediği “geri kafalı” olma yargısıyla sonsuz vahada tutsaklık kaçınılmaz bir paradoks gibi sessizce vaktini bekler. Ülkedeki kabullerin, söz konusu sanatsa, ne kadar feodal olursa olsun, kapısı ansızın ardına dek açılan bir dünyayla sınırlı olduğunu söylemek asla abartılı olmayacaktır. Üstelik patriarkal ahlakçı kalıpları biçimleyenin de, onu kendi belirlediği sınırlar ve özgürlükler dahilinde yorumlayanın da erkekler üzerinden gidiyor oluşu elbette tesadüf sayılamaz. Zaten baskılama ve kontrol altında tutma aşamasından, aniden sınırsız özgürlükler arenasında esrik bir coşkuyla kendini yitirmeye(!) eğilimli bir algının yürürlüğünde, kadına şimdilik edilgenlikten muaf bir yerde rastlamak mümkün olmayacaktır. Kapılarını kendi istediği zaman dış dünyaya kapatan,yine kendi istediğinde bir başkasının özgürlüğünü mağduriyete çevirme pahasına sonuna dek açan zihniyet(erkek zihniyeti) karşısında edilgen konumundaki kadın, hareket alanı ölçeğinde özgürdür. Kurban demek riskli, abartılı ve yüksek perdeden bir tanım gibi gözükse de gelenekçi toplum yapısı içinde, mesleği ne olursa olsun “zaman zaman” kadının bu konumda olduğu görülür. Mesleğin belirlediği veya kişiye atfettiği kimlik yapısı içinde de “sanatçı” kadına edilgenlik veya kurban olma hali yakıştırılamaz. Aksine eğer işin içinde sanat varsa, sanatçı kadın her şeyi yapabilecek, hiçbir şeyi asla ayıp veya tuhaf bulmayacak kişi olarak kabullerde yerini alacaktır. Bunun aksini ifade eden en ufak tutum karşısında kınanma, hafifsenme, ciddiye alınmama hatta sanatının sorgulanması gibi dolaylı ve gölgeli yaptırımlarla karşılaşmayı da göze alacak kişi, sözünü ettiğimiz “sanatçı/özgür kadın”dır. Ya değilse? Sanatın söz söyleme biçimi ne olursa olsun kadın sonsuz özgürlükler dünyasının içinde yine erkeğin belirlediği o “her yola gelme” halinin yakınından bile geçmiyorsa... İşte orada sonuna dek zorlanmış güzelliğin; güzellik nitelemesinden çıkıp “zorla”mayla birlikte olumsuz çağrışımın kıyısında dolanan kadının, karşısındaki kişiyi ne kadar öfkelendirdiği, nereye kadar “direnç” göstereceği önemlidir. Evet, işin içinde bir de direnç gösterme söz konusudur; “direniyorsa,aslında istiyordur!” algısının hastalıklı koridorlarında gezinmeye başlar ve bu koridorun ne kadarı labirent, ne kadarı dipsiz, leş kokan bir dehliz, ne kadarı özgürleşmeye giden bir yolculuk, hiçbir zaman tam olarak bilinemez. Ama işin içinde zorlanmış bir güzellik algısı, sanatın güzellemesinden çoktan sıyrılmış; etin güzelliğine varmıştır.  Buraya kadar sözü edilen, “bir yerden tanıdık geliyor” olabilir. Elbette genellemelerin ürkünçlüğü, kurunun yanında yaş da yanar’a varan bir kafa karışıklığına kadar gidecektir. Yine de epey erişkin, sıkça dillendirdiği bir “nüfuz”a sahip erkeğin, sanatına aşık(!) olduğu genç sanatçı kadının hikayesini yazarken, ya da ona üretim yapabileceği arenayı sunarken, sanatından ziyade ruhuna; yok aslında bedenine aşık oluvermesi ama zorladığı güzelliğin altından muazzam direnç çıkınca bütün o kavramsal kutsaniyeti bir anda yıkması, kendisine dik dik bakıldığında topunu alıp kendi bahçesine kaçmasıyla sonuçlanmayan bir oyunun da ta kendisidir. Kurallarının kim tarafından belirlendiği çoktan belli ancak direncin zerresi karşısında sonu herhangi bir kazananla bitmeyen “güzellikle olmazsa zorla olur” aymazlığından kaynak bulan bir oyun söz konusudur burada. Kalem erbabı “üstat”(!)ların “hakkında öyle bir eleştiri yazarım ki ya varolur göklere çıkarsın/ya da bir daha buralarda tutunamazsın” şeklinde örtülü gönül koymasından,  büyük Art’istin kendine yar edemediği çaylağı “buralarda ekmek bize kadar var, sana hiç kalmadı” tavrına, sanatıyla dünyayı değiştireceğini savlarken ansızın bir akıl hummasına tutulup “ya benimsin ya kara toprağın”a dönüşen yarı ilenmeli epey geniş skalada bir “yaratıcılıkla” donanmış entellektüel erk(!), kendini bilmezlik aşamasında çocukluğuna, belki de o karşısında olduğu patriarkal faşizan yapının kollarına sığınacaktır. Yazar kalemini, ressam fırçasını, yontucu aletlerini, sinemacı kamerasını, gazeteci köşesini parlatıp ortaya koyar. Ya hep ya hiçin artistik dilidir bu; anlaşılması zaman alır. Binbir güçlükle edinildiği savlanan bu başarıların nasıl olup da ansızın birer silaha dönüştüğünü kavramak için akıl dışı bir empatiye gereksinim vardır. Zaten öylesi bir empati, tam da bu noktada vicdan ve feda arasındaki ikileme dolanır. Kan ve gözyaşıyla, alın teriyle kurgulanmış o özyaşam öyküleri bir anda eline geçirdiği malzemeyle karşısındakini köşeye sıkıştıran bir palavra özetine dönüşmüştür. Ahlaki kıstırılmanın son noktası, zorladığı şeyin elinde kalmasıyla korku, reddetme ve yok sayma nöbetleriyle kendini ara ara ele verse de, hayata hiçbir şey olmamış gibi –kaldığı yerden- devam edecektir. Buradaki ahlaksal eleştiri yaş farkı, şahısların kendi özel yaşamlarında, ailelerinde (ailenin ne olursa olsun kutsallığı) örtülü ahlakçı bir tutum –koruma,sahip çıkma şeklinde- sergiliyor olmalarından ziyade, zorlamanın doğasında devinen o ürkütme ve taciz, etken figürü edilgen üzerinde bir “yok eden” ve sindiren otoriteye dönüştüren mekanizmalar olarak işler. Bu coğrafyadaki sanat algısının henüz hiçbir biçimde oturmadığı göz önünde bulundurulursa, o sözü edilen “buralarda sana ekmek yok” savlamasıyla yılıp caymak çok da acaipsenemez. Sanat eğitimi almış kadınların bu eğitim ve donanımı daha minimal arenada, kimselere sezdirmeden sürdürenler; tamamen hikayeden uzaklaşıp sanat konusu geçince içleniverenlerler, ya da eğer olanakları varsa ateşin üstüne koşar adım ve daha büyük yangınlar çıkarmayı göze alarak gidebilenler olarak belli kategorilerde yaşam bulması çok da yabancı örnekler olmayacaktır.   
  Gerçekten nitelikli olanın anlaşılması için eskpertiz sanat izleyicisi bile henüz oluşmamışken, sanat yaparak yaşamda kalmak başka bir hikayenin oldukça uzun konusudur. Sanat estetik bir duyuşla, görsel/işitsel bir haz odağına yöneldiğinden, sanatın gerisindeki uygulayıcı da en basit çağrışımla haz ve arzu üzerinden bir kavrayışa salt varolmasıyla bile temas eder. Sanatsal, kültürel belleği hiç varolmamış, artistik hafızası oldukça yetersiz toplumlarda, sanat uygulayıcısının bedensel kimliği yaratısının önüne geçtiğinden öncelik ne yaptığından ziyade, nasıl yaptığı olacaktır. Dolayısıyla yaratım süreçlerinden üreterek, üretime tanıklık ederek, onu  yücelterek ya da yererek geçmiş yol açıcı erkekler, usta çırak ilişkisinin merkezinde kendilerini anıştıran erkekler yetiştirerek ya da kendilerine yarenlik edecek ve hep hayran kalacak kadınlar koyarak durmayı sürdürürler. Bu devamlılığın kökeninde bir yer tutma hali de söz konusudur. Dolayısıyla bir devir teslim gerçekleşeceği zaman bile bu kişi, bileğinin gücüne inanılan ya da “duyguları asla işini baltalamayan” bir başka erkek olacaktır. Güzelliğinin sonuna dek zorlandığı, ya da güzelin kendi içinde durmaksızın kavramsal kayıp yaşadığı kadın dayanıklılığı ise bu gibi süreçlerde elenen, zayıflığıyla(!) kaybeden ve kurtlar sofrasındaki kurban olarak hafızalardan uzak tutulur. Tarihin buraya özgü olmayan hafızasında sanatçı kadının, salt cinsiyet kabulleri üzerinden yok sayıldığı göz önünde bulundurulunca bu, yaptırımların kendine bulduğu dayanağı kuvvetlendirir. Kadın sanatçı, malzemesi ve yaratı evreninin sınırları elverdiğince varlığını sürdürebilecek, kendisinden isteneneni güzellikle vermezse, elinden zorla alınana razı gelecektir. Bu sürecin kırılması için oldukça uzun bir direnç sürecine ve umuda gereksinim olduğu açık; ancak “zorla güzellik olur mu” sorusunun daha sık sorulması ve yanıtın sorudaki vurguya istinaden olumsuza epey yakın olacağının göze alınması gerekir. Zorla olur, güzellikle olmazsa zorla olur!

16 Eylül 2013 Pazartesi

AMARGİ FEMİNİST DERGİ SAYI:28 BAHAR 2013 te yayımlanan yazım





 BİR VARMIŞ HİÇ YOKMUŞ: POPÜLER KÜLTÜR
  Birbirinden farklı hayatlardan geçen, başka yollara savrulmuş; zamanın bir yerinde benzer yollardan geçmiş ya da birbirinin yoluna ters ters bakmış kadınlarla konuşsam, onlara popüler kültür size ne  yaptı desem? Alacağım cevapları bildiğimi zannederek, soruları soracağım kadınları belirledim. Ama herbiri beni ters köşeye yatırdı. Konu popüler kültür olunca; sorunun değeceği yerde de kaya gibi güçlü kadınlar duruyorsa her şey beklenmedik bir hikayeye dönüşebiliyor. Ben bu hikayeden yeni algılar yaratmak peşine düştüm, onlar kendi dillerince ve olanca açıklıklarıyla yanıtladılar.  Farklı dillerde aynı şeyden yakınacaklar, ya da yüceltecekler diye beklerken daha önce akla gelmemiş yollardan söz ettiler. Hikayelerine çok ilişmeden, kimisinin adını bende gizli tutarak popüler kültür ve kadın ilişkisini kendimce kendi kadınlarımla sorguladım:
Sel Batum -28- Bekar- Sosyolog- işsiz
Sosyolog olarak popüler kültürden sen ne anlıyorsun, bilimsel algının dışından bakabilir misin?
 Çoğunlukla “dışarıda” soluduğum dolayısıyla kendi kendime bir “kurtarılmış/korunaklı alan” yaratmamı gerektirmiş gibi bir ifadesi var bende. O kurtarılmış alan her ne kadar maruz kalınana karşı kurulmuş bir alan olsa da onun hiçbir zaman yeterince “kurtarılmış” olamayacağının farkındayım.. Maruz kalmamak da “kurtarılmış alanların” mücadele alanlarına dönüşümüyle mümkün zira popüler kültürün en önemli işlevi mevcut patriyarkayı iletim ve dağıtım gücüdür. 
Bunun neresine kadar sokuluyorsun ya da senin dünyan ne kadarını hariçte bırakıyor?
  Devlet politikalarını da her birimiz her gün deneyimliyoruz. Ben kendi adıma bundan hoşlanmıyorum ve dışında kalmak istiyorum mesela. Ama bunun dışında kalmak için tv yi açmamam yeterli olmuyor, evden çıkıp yürümeye başladığım andan itibaren de zaten içinde oluyorum.
  Popüler kültür kötücül bir şey mi?
 İşlev olarak evet. İlettiğinin de anlamını (eğer bir anlamı varsa) parçalayor onu özetliyor, ikonlaştırıyor vs. Bu da hem daha etkili olmasına hem de daha çok hiç bir şey söylememsine yarıyor.
 Kadın ve toplum açısından baktığında,popüler kültür erkeğin(erkin) işine gelen midir,yoksa kadını yer yer kapalı kapılar ardından çıkarandır der misin?
 Sorduğun şekliyle, erkeğin işine gelendir diyeyim. Kadının popüler kültürle pratiği de üzerindeki toplumsal rolle, kadına düşen vatandışlık görevleriyle vs ilişkili. Bu da demek oluyor ki popüler kültür eşittir hakim kültür olmasa da popüler kültür hakim kültürün güdümünde ve öyle de olmak zorunda. Hakim kültürde kadının yeri mutfaksa örneğin popüler kültürün en sevdiği aracında yani reklamında da mutfakta kadın olacaktır. Mutfaktaki “eş” kadın yemeği yaparken aynı zamanda “anne” kadın olduğundan yanında bir de ufak çocuk belirecektir. Reklam böylece hakim kültür hakkında bize gerekli argumanı verecektir. Mutfağa kadın yerine erkeği koyduğunda hele ki mutfakta yemek yapan “baba” erkeği koyduğunda bu hem markanın “modern” imajını resimleyecektir hem de onu izleyen kadınlar için “lütfetmiş” olacaktır. Birinde gerçeği ortaya koyarken diğerinde fanteziyi ortaya koymuş olacak ama her halükarda hakim kültürün içinde kalacaktır.
 Psikolojik gelgitlerin moda olduğu ve herkesin kendice bir hastalığı sahiplendiği bir çağdayız,meraktayım,popüler kültür gazı mıdır bu?
 Ben açıkçası “sağlıklı” olmak nedir bilemiyorum. Ben kendimi çok sağlıklı ve toplumu çok hasta hissedebilirim ve buna seni de ikna edebilirim öte yandan ben toplumu normlarından ayrı değerlendiremeyebilir diğer insanları “doğru” yani sağlıklı bulabilir kendimi ötelenmişliğimle çok hasta hissedebilirim. Bana sorarsan bunun ikisi de yanlış olur. Ama mesele şu noktayla sonlanabilir belki, yaşadığım dünyadan memnun değilim. Herhangi iki kişi arasında kurulan ilişkiden de pek çok sebepten memnun değilim. Ve nasıl bir dünyada yaşamak istediğimi biliyorum. Eğer konu buysa toplum hasta diyerek işin içinden çıkabilirim. Ama bu da eğer içinde mücadele barındırmıyorsa ki pek çoğumuzunki çoğunlukla barındırmıyor, yine popüler kültüre hizmet etmiş olurum. O söylem onun malzemesi olur.. Bayağı da sever
Alona Shishmintseva (25) ( Rusya doğumlu 9 yaşından beri Türkiye’de yaşıyor.) Marmara Üniversitesi Sinema-Tv öğrencisi
Alona, sinema popüler kültürle en fazla dirsek teması kuran sanat dalı. Sen bu temasın neresinde durmayı tercih edeceksin?
   Sinema, popüler kültürle bir arada harmanlanan iletişim araçlarından biri. Aktarmaya, anlatmaya, paylaşmaya ya da haykırmaya elverişli ancak popüler kültürle çok fazla karıştığı zaman ses tonunun(!) bir tık geriden gelmeye başlayacağını ve yeterli rahatlıkta bağıramayacağını düşünüyorum. Çünkü o sesi popüler kültürle paralel çıkarman gerekecek; halbuki ben dilediğim gibi çığlığımı atmayı tercih ederim.  O yüzden kenarından köşesinden seyirci kalmayı yeğliyorum sanırım.
  Popüler kültür sana neyi çağrıştırıyor? Alternatif kültürler ve pop kültür arasında kıyasa girersen, şöyle kesin bir yerdeyim diyebilir misin?
  Toplum isteyerek yada istemeyerek bir şekilde hayatın içine giren, bazen zorla benimsetilen ve sevdirilmeye çalışılan; aynı zamanda da bunu gerçekleştirebilen, modern (!) - olarak tanımlanan ancak modernizmle hiç bir alakası olmayan koca bir endüstridir. Alternatif kültür popüler kültüre göre daha ılımlı gibi;  ancak fazla isyankar sanırım bana göre. İkisini de reddetsem?
  Rusya popüler kültüre karşı direnebilmiş, bambaşka bir kültür evreni yaratmış bir ülke. Sen bu sert duruşa dair neler söyleyebilirsin? Popüler kültür kapitalizm olmadan varolamaz. Rusyada yavaş yavaş da olsa popüler kültür varlık gösterebiliyor mu? Türkiye ve Rusya’yı bu açıdan kısaca bir kıyaslar mısın?
  Eskidendi o sert duruşlar. Şimdi yerine kapitalizmin içinde boğulmuş, bütün değerlerinin,geçmişin,direnişin yok olduğu bir ülke duruyor karşımızda. Burjuvazilerin ayak takımının kusmuklarını ve onların popüler kültürde boğuluşunu seyrediyoruz. Ne yazık ki Türkiye için de durum pek farklı değil.
Çizgisiz Defter 30 (Berlin’de yaşıyor) Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Heykel Bölümü mezunu
Popüler kültür denince sende ilk uyananlar nedir?
 Popüler kültürün ne oldugunu anlamak icin öncelikle kelimenin kökenine bakabiliriz.Popüler kelimesi public/pueblo dan gelir.Türkçe’ye halktan, halka ait olan olarak da çevirebiliriz. Bu bağlamda entelektüeller tarafindan genelde negatif anlamda kullanılarak, philistinizme gönderme yapar. Anti-entelektüel bulunur.Örnegin;John Lennon da popüler kültüre ait bir örnek olarak verilebilir ama bu onun müziğinin kalitesini etkilemez.O yüzden popülerin bendeki anlami herzaman negatif degildir.Popüler kültürü, çabucak üreten ve tüketen bir kitlenin hızlandırılmış ihtiyaçlarinin motoriği olarak da algılayabiliriz ve bu daima kalitesizliğe yada niteliksizliğe işaret etmeyebilir.
 Almanya’dan Türkiye’ye baktığında buralı bir kadın sanatçı olarak, buradaki popüler kültür algısını nasıl yorumluyorsun?
   Popüler kültürü terazinin bir tarafına, elitizmi ise diger tarafa koyabiliriz.Almanya’da entellektüeller (ki buna yalnizca okur-yazarlar degil,doktorlar,mühendisler de dahil) içinde elitist yaklaşımlarda en az popüler kültür kadar eleştirilir. Türkiye üç darbe yaşamış, tüm sosyal ve siyasi örgütlenmesi travmaya uğramış bir ülke olarak, esasında her alanda farklı bir değişime maruz kalmış durumda.Örneğin Almanya’da en çok satan kitaplar polisiye romanlar ve bestsellerlar. Bu anlamda Türkiye edebiyat ortamı tüm zorluklarına rağmen müthiş zengin. Türkiye’de popüler kültür diğer ülkelere oranla abartı bir durumda değil. Fakat popüler kültür denirken kastedilen nedir bunu bilmek gerek. Görsel,yazinsal yada sahne sanatları bakımından çok farklı düzlemlerde ele alınabilir popüler sanat meselesi. Çizgi Romanlar yada bugünkü yaygınlaşan adıyla grafik romanlar, daha düne kadar “yüksek sanat” örneği olarak kabul edilmezken bugün 9. sanat olarak literatürdeki yerini aldı. Bu tür yayınlar içerik bakımından anti-akademik bir boyut taşır. Çünkü fikri idealize etmeden en yalın ve basit haliyle anlatma derdindedir. Bu bakimdan popülerdir ama pop sanat degildir.
 Güzel sanatlar fakültesinde okurken popüler kültür meselesi sadece pop sanatla geçiştirilen bir konu muydu yoksa içimize dışımıza buram buram yayılan elle tutulur gerçeğimiz mi?
  Plastik sanat bağlamında bizde pop sanat örneği yoktur.Uluslararası düzlemde güney ülkeleri henüz sanatla zanaat arasındaki ayımı net bir şekilde çizmediğinden sanat ürünü kabul edilen işlerin çoğu zanaatsal ağırlık taşır. Emek gücünün pahalı  ve düşünce üretiminin değerli olduğu endüstri ülkelerinde pop sanat örnekleri yoğundur. Seri üretime dönük, hazır malzemenin sık sık kullanıldığı ve teorik arka planının daha ön planda olduğu işlerdir bunlar.
 Popüler kültüre bulaşmadan sanat yapmak,sanatçı olmak mümkün müdür?
 Popüler kültür kategorisine koyabilecegimiz tüm üretim bicimlerinin yada imgelerin temel noktasi basarinin degeri belirlemesi, hiz, tüketim, gelip gecici yani moda/trendi olma halidir.Bugün günümüz sanat ortami klasik malzemeyi kullanan her işi geleneksel, hazır malzemeyi kullanan her işi ise çağdaş kabul etmektedir. Sergilerin bir elin beş parmağını geçmeyen isimlerle “işgal edildiği” sanat ortamında, grafikleşen ve birbirine cok benzeyen bir üretim biçimlerinin hakim olduğunu düşünüyorum.Popüler kültür icinde yeralmadan, üretim yapmış tarihte ve günümüzde birçok sanatçı vardır ve olacaktır. Bunun en güzel örneği ölümüne az kala iade-i itibar edilen Louise Bourgeois dir.(Doris Lessing)
 Bulaşmak demişken sence pop kültür umacı mıdır?
 Entelektüel bir bağnazlıkta bazen umacı olabilmektedir

Çiğdem Şimşek Çakmak -35- Evli-  Büro Yönetimi mezunu- Şimdilik Ev Hanımı/ Eda Çakmak -11- 5. Sınıf öğrencisi
Popüler kültür’den ne anlıyorsun Çiğdem?
Tüketim endüstrisini, kültürünü anlıyorum yalnızca. Olumlu bir konu gibi gelmiyor bana. İnsanları, özellikle de çocukları ezberci, içi boşaltılmış, otomatik tepkiler veren, sorgulamayan tüketime yönelik makinelere dönüştürüyor. Kalitenin ve kaliteli olanın yitimi anlamına geliyor.
 Çocuk yetiştirmek büyük bir savaşımın içinde olmakla koşut gibi bazen. Sen Eda’yı yetiştirirken bu ötelediğin pop kültürle ilişkiyi nasıl dengeliyorsun?
 Çok fazla sakınamıyorum. Arkadaş, okul ortamı, Tv bu sakınma haline ket vuruyor. Sadece şuna dikkat ediyorum: körü körüne sevdiği bir popüler kültür nesnesini sorgulattırıyorum. Mantığıyla bunun doğruluğunu keşfetmesi için kendimce yöntemler geliştirdim. Kıyas yapmayı, değerli olanı anlamasını ancak bu yolla sağlayabiliyorum.
  Sen kız çocuk sahibisin ama bir kıyas yapabilirsin: Kız çocuk mu yoksa erkek çocuk mu daha fazla etkileniyor popüler kültürden?
  Erkek çocuk özne, kız çocuk nesne olmaya yönlendiriliyor. Etken edilgen hali gibi düşünülebilir. Ama ben metalaşmaya kız çocuğun pop kültürün en alt basamağından, tv ve iletişim araçlarından başladığını düşünüyorum.
 Eda okulda, sokakta arkadaşlarınla nasıl oyunlar oynuyorsunuz?
Muhteşem Yüzyıl oynuyoruz.
(burada uzun bir es!!) 
Neden seviyorsunuz bu diziyi?
Kıyafetler yüzünden. Ayrıca entrikalar var. Hem herkes izliyor ve ben izlemediğimde arkadaşlarımla konuşacak bir şeyim olmuyor.
Entrikanın anlamını biliyor musun? Hayatında entrika ister miydin?
Çok isterdim. (entrikanın anlamını bilmiyor. Bu noktada annesi devreye giriyor ve bu dizinin yayınlandığı saatlerde büyük bir savaş verdiklerini itiraf ediyor.
Çiğdem: Dizilerdeki renklerin hiç azalmayışının, normal hayatın da böyle olduğu sanısını çocuk zihninde kuvvetlendiriyor. Arkadaşları tarafından dışlanmamak, kabul görmek, oynanan oyunlarda hariçte kalmamak için bu dizileri izliyor çocuklar.  Çocuğun pop kültürü ve onun kendisine neler yaptığını anlaması için zaman algısına gereksinim var. Aile bu noktada onu kollayabilir, zaman algısına kendi kabullerince minimum müdahale edebilirse sistemin parçası olmaktan kurtulabilir.

Mine Bir (24) Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Görsel Sanatlar, Heykel bölümü mezunu. işsiz
Mine Bir, siz sanatın ta içinde yer alırken popüler kültür size ne kadar sokulabildi?
Popüler kültürün tam olarak içinde yaşıyorum diyebilirim, hepimiz yaşıyoruz. Çoğu zaman izlediğim filmler veya internet üzerinden okuduğum makalelerden çok etkilenip yapacağım işlerin araştırmasını buna göre hazırlıyorum. Popüler kültürle kendimi ayırabileceğimi düşünmüyorum. Hiç bir çağdaş sanatçının popüler kültürden uzaklaşabileceğini zannetmiyorum.
Popüler kültürü sever misiniz, onu yaşamınızda neyle kullanmayı tercih edersiniz, yoksa olanca yalınlığıyla saf olarak mı tüketirsiniz?
Popüler kültür hayatımın çok içinde dolayısıyla bir hayli seviyorum onu. Teknoloji sayesinde kendim gibi bir çok genç sanatçıyı takip edebiliyor ve çağdaş yeni malzemeler öğrenebiliyorum. Çalışmalarımı Kitsch (kiç) olarak nitelendirdiğim için televizyonda ve çevremde olan bayağı konuları, bize olan etkilerini araştırmam açısından çok yardımcı oluyor. Yani aslında popüler kültürü yeri geldiğinde kendime göre seviyorum, yeri geldiğinde ise yalınlığıyla saf olarak tüketiyorum. 
Kadın kimliğinizi sanat yapmakla aynı cümle içinde nasıl kullanabiliyorsunuz? Kolay mıdır zor mudur yoksa size dokunan bir şey yok mudur?
Kadın olarak sanat yapmak aslında çok da zor bir şey olduğunu düşünmüyorum çünkü zaten bir sanatçı olmak türkiyede çok zor bir şey.


17 Mayıs 2013 Cuma

Heykellerden...Some Sculptures


from A Room Of One's Own-Kendine Ait Bir Oda'dan (installed at Avusturya Sen Jorj Hospital/Avusturya Sen Jorj Hastanesi'nde yer alıyor)

 A Room Of One's Own


Escape From Glass- Camdan Kaçış


Escape From Glass (installed at Erenkoy psychiatric hospital
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde yer alıyor)
Mixed studio works
Stockholm Syndrome 
Stockholm Syndrome 






17 Nisan 2013 Çarşamba

çiziktirmeler...




Janset Karavin "Transdomim" Hususi Edisyon için...

Düşülke yayınları Alengirli Teferruat Mektebi-Tebessüm Kuvvetleri için


23.03.2013 cumartesi YURT KÜLTÜR'de yayımlanan TOMRİS UYAR YAZIM...



  TOMRİS UYAR İÇİN BİR YAŞ GÜNÜ
  O yine yaş değiştirdi ve bu anı müjdeleyecek bir şiir eksik kaldı. İsim verdiği onca hayatın; nesnenin birer hikayeye dönüşmeyi beklediği yeni bir yaş dönümünde Tomris Uyar, bir kez daha aramızdan ayrılışının değil; yokluğunun ağırlığı gereğince ölümünün göz ardı edileceği, olanca tazeliğiyle bir bahara uyandı. Söz konusu Tomris Uyar ise sözcükleri özenle seçmek gereğini;  en ufak yüceltmede derhal kendine gelme refleksini  anımsatır. Yaşamına hayranlık duyulabilir belki ama anlatılarındaki çağ yangınlarını biraz olsun kavrayanı, “yaşamaya devam etseydi, keşke bizimle olsaydı” demekten men eder. İstediği gibi yaşadığından olsa gerek, uzun; sonsuza sevdalı bir yaşayışa methiye düzülmesine olanak bırakmaz. Nedense ölüm anmalarında değil de yaş günü kutlamalarında adının geçmesi tesadüf değildir. Geride bıraktığımız 15 Mart günü, Tomris’in 72. doğum günüydü ve yine bir yaşamın sonsuza devrinin bıraktığı izlerle nasıl mükemmel şekilde sürdüğünü anımsattı bize.
  El yordamıyla kavranan hayatın incelikli bir klavuzu olarak da okunabilecek Gündökümleri onca sene sonra bile güncelliğini koruyor;  yeni durumlar ve hikayaler;  hatta yerine ne koyacağımızı bilmediğimiz kayıplar için de başvurulabilir olma niteliğini de sürdürüyor. “... Çünkü zamanında yeteri kadar tanımadığınız bir kişiliğin sonraki yokluğunu benzer-kişiliklerle dolduramıyorsunuz.”  dediği Gündökümleri’nde Tezer Özlü’nün ölümünden sonra, onun yokluğuyla ne yapacağı konusundan söz eder.  İnsanların onları anımsayan en son kişinin yitimiyle sonsuz bir unutuşa  yenik düşeceği öngörüsüne sıkıca tutunup, Tomris Uyar algısının hep “yeni” kalarak her yaş dönümünde bir sonraki nesile aktarılması ritüelini, yaş değiştirme törenine yetişen şiirin yerini aldığını varsayabiliriz. Elbette yaş gününde hediye sorunsalını ortadan kaldırmak için eşe dosta “hünerleri/yetenekleri” el verdiğince bir şeyler yaratmalarını söyleyerek, yaş almak, yaş gününde uçucu sözlerle kutsanmak meselelerini  de kendisinden uzak tutma yönetimini bulan da Tomris Uyar’ın ta kendisidir. Bu, Tomris zekasıdır ve az görülebilir örnekleri düşünülünce yer yer ürkütücü bile sayılabilir. Karşısındaki kişiye yeri geldiğinde seçtiği mesleği sorgulatan, ağızlarından çıkan her cümleyle yüzleşmek zorunda bırakan,kadınlarla dost olmak konusunda ille de seçici ve sert çıkarsamalara varan, kendi adlandırmasıyla bir “uyumsuz”dur O.  Olacaklara önceden hazırlıklı, kontrolü kaybetmeyi sevmeyen karakteri  öykü evreninin dilini etkilemiştir. İçkiyi, güzel içmeyi yaşamaktan ayırmadığı halde esrime ve sarhoşluk onun için söz konusu bile değildir. “Bağımsız tiryakilik” olarak adlandırdığı durumunu açıklarken, hiçbir insana ve zevke tutsak kalmamanın insanın kendi özsaygısıyla ilişkili olduğunu vurgular. Onunla ilgili anılarda meyhaneler, keyifli dost sohbetleri, büyük kalabalık sofralar, içine çiçek ya da kiraz attığı votkası  yer alırken, bir kez olsun kendini bırakma,sarhoş olup “dağıtma” halinden söz edilmez. Bu, Tomris Uyar’ın yaşamdaki imzası; kontrollü iletişim biçiminin ve ustalıklı mesafesinin bir ipucudur.  Son cümlesini düşünerek yazdığı öykülerinin kaynağını da yaşama karşı bu tutum besler. Tomris Uyar, yaşama sevinçlerini sahiplenen onu övgüleyen biri olmadığı gibi öykülerinde ödeşme vurgusunu bir an olsun geri çekmeyişiyle farklıdır. Hiçbir söyleminde okuru ikna etmek, ona sevimli gözükmek çabasına yer vermeyişi onun bu uyumsuzluğunu çağrıştırabilir. Ne var ki Tomris Uyar okuyucusu, mutlu sonlara ve umutlu yarınlara kolayca ikna olmaktansa, içinde nefes almanın dahi güç geldiği öyküleri  yeğler. Ne kadar keskin olursa olsun hiçbir zaman yakınmaya yer vermeyen, koyu umutsuzluklarla dolu bile olsa içinde ince duyuşla kavranabilecek o yaşama sevincini koruduğu güncelerinde ise,yine  okurunu kandırmak yerine yüzleşmesi zor gerçekleri ilk söyleyen  O’dur. Günce tutmanın tanıklık etmek, kaydetmek anlamına da geldiğini bildiğinden, giderek yozlaşan iletişim biçimleri arasında bunun giderek yersiz hatta can yakan bir eylem olduğunu yazar ve bu neredeyse artık yazmayacağım demektir.  
 Doğumu kışa dönük bir bahar başlangıcına tesadüf etse de o dostlarının ve tutkulu Tomris Uyar okuyucusunun algısında sıcak yaz akşamüstleriyle yer etti. Ondan söz ederken, ona dair bir cümle okurken az sonra bütün pencereler açılacak, içeri deniz kokuları yayılacak gibidir. Hüzünden çok her an coşkulanmaya; gitmektense yeniden doğmaya  dönük yüzü bundandır. Mutfağını hep yazı anımsatsın diye turuncuya boyayan ve “evinde hiç güneş batmayan kadın” olarak anılan da Tomris Uyar’dır, o yaz akşamı bir anda bütün patlıcanları kızartıverdiğinde içinde bir yer sağalacak diye umutlanan da.  Edip Cansever’in “deniz üstlerinden gülücükler toplayan” tanımlamasının dosdoğru yakışması tesadüf değildir; Tomris Uyar algısı, içinde deniz kokusunu taşır. Öykü kişileri de etkilenir bu durumdan. Yaz ve deniz imgesinin yer almadığı anlar, kötücül hatta neredeyse lanetlidir. Oysa yaz gelir, bütün karanlıkları def eder, pencereleri açar ve deniz kokusunu içeri alır. Suyu sevmeyenlerin korkacakları bir şey vardır diye düşünmesi, öykülerindeki kötücülleri suyla mesafeli ve ondan uzak kişiler olarak biçimlemesi de bu algısının sonucudur. Suyun olmadığı yerde her türlü kötülük kolayca üreyebilir; zayıflıklar çaresizlikler artar. Yakın dostu yazar Füsun Akatlı’nın “söylediğiyle yaptığı bir” diye tanımlaması bu ilintiler bütününün altını çizer.
 “Yazmazsam belki ölmem ama sürünürüm” diyerek kendi içinden geleni yapmaktan öte bir şansı olmadığını defalarca tekrarladı Tomris Uyar. Yazarlığı boyunca çevirileri dışında sadece öykü yazmaktan bir an olsun vazgeçmeyişi, roman konusunda baskıları yola çıkışındaki netlikle geri çevirişi yeldeğirmenlerine savaş açmanın da ötesinde konumlandırılır. Yazar olarak yaşamda kalmanın, şair bir eşle tutkulu zorlu bir evliliği yürütürken, anne-yazar-ev kadını-sanatçı-eş-Tomris adlandırlamalarının hiçbirini hariçte bırakmadan, aynı anda kendi yöntemiyle sahiplenerek yaşamanın neye benzediğini gündökümlerinde “yakınmadan” hatırlatır sıklıkla. Yemek yaptığı yerde yazan, özel bir çalışma odası takıntısı olmayan, her yerde üretecek gücü bulan Tomris Uyar, hayatı hiç ıskalamadan, dilediğince yaşamaya da devam eder. “Çalışma ortamı sorulduğunda, bilmem dedim her yerde. Postacı gelir, çocuk su ister, konuklar ansızın bastırır, ben o arada çalışırım işte.”  Çevirisine ruh kattığı, bir anlamda o ruhu aslında zaten bölüştüğü Virginia Woolf’un “kendine ait bir oda” söylemine karşın ne ironiktir ki Tomris Uyar hiçbir zaman o odaya sahip olmadı. Bu bir seçim sayılabilir. Ya da bu talep ve beklentiyle yitirilecek bir tek anı bile değerli kılacak o üretimi her yerde yapabiliyor oluşunun doğal getirisidir. O anne ve eş olmayı sanatının engeli olarak diline dolamaktansa durmadan üreten kadın olmayı yeğledi. Öyle ki Türk Edebiyatı’nın üç önemli şairine ilham perisi olan;İkinci Yeni’nin Kraliçesi Tomris’tir. Konuklarını geniş sofralarda ağırlayan, patlıcanları kızartanla  İlhan Berk’in “sen sokakların kızısın. Dünyayı durmamacasına dolaş, anlat”  dediği aynı kadındır. Sahiciliği biraz buradan gelir; en çok da sözünü bir an olsun gizlemeden söyleyişinden.
“....gizlenmeyenler yani, gözden çıkanlar, vericiler; sağlıklarını umursamayanlar, aşırılıktan korkmayanlar, soğuktan kaçmayanlar, rüzgârda hırpalananlar, bozkır güneşine katlanabilenler, kendilerini sürüp gitmesi gereken bir soy değil, doğada bir birim olarak görebilenler; beden harcayıcıları. Başka türlü davranamayacakları için o türlü davrananlar, inançlarını bedenlerine böylesine sindirenler, evlerine sığınılabilir arkadaşlar, anneleri, kardeşleriyle. Yazma işini sancılı, kutsal kılan okurlar, aşka dönüştürenler."   Alabildiğine uyumsuz ve sevgi sözcüklerini gelişi güzel kullanmayan, kendini tanıtmak istediklerine çekimine girmekten başka şans bırakmayan, Tomris Uyar, hakkındaki “en gerçekçi değerlendirmeleri bakkal çıraklarının, yayınevlerindeki düzeltmenlerin, inine çekilmiş kabadayıların, komilerin ve deniz insanlarının yapacağını” özellikle vurgularken, izleğinden de olsa onu tanımaya çalışanlara bir ipucu verir: O, dillerinden anladığı kediler, nadiren de olsa onayladığı birkaç kadın dostu, yaş gününe bir şişe rakı ve şiirle, ya da yeni çevirdiği kitabıyla gelen meslektaşlarının dışında bir dünyanın içinde de varolmuş, oralarda Tomrisce izler bırakmış, bitmek bilmeyen ironisiyle trajedinin hakkından gelmiştir. Ondan geriye, onca yıkıma rağmen iç sağaltan çağrışımlar; bir yaz akşamüstü açık pencereden sokağa taşan kokular ve sesler kalmıştır. Denizin dolup taştığı ve iyi yaşamanın parlak bir zekadan muaf tutulamayacağını imleyen Tomris Uyar 72. yaşında, bir an olsun yaşlanmadan “gündökümleri”ni yazmaya devam ediyor.  
                                                                                               Ayşe Sağlam



11 Nisan 2013 Perşembe

AMARGİ DERGİ KIŞ 2013 SAYI:24 (Halka Sanat Projesi'ne dair)KHALKEDON’UN MUTFAĞINDAN YÜKSELEN GÜZEL KOKULAR...


KHALKEDON’UN MUTFAĞINDAN  YÜKSELEN GÜZEL KOKULAR...
 Yaratmanın sırrı, akla uyan bir reçetesi yoktur. Ona dahil olanla, ondan çıkan arasındaki zamana dayalı mesafenin herhangi bir  formülle açıklanacağını savlayan, zifiri bir dehlizde kendiliğinden debelenir durur.  Tariflerle yol almayan tek unsur olarak sanatın benzersiz mutfağından yükselen kokuyu, bu yönsüzlükten bir çıkış olarak düşünmek yersiz olmayacaktır. Sanatçıyı yaratının kucağına iten, gücünü-kaynağını eksik etmeyen o kutsal mekanda, yer ve zaman bildiklerimizden muaf kalır çünkü.
 İstanbul için sanatın bu coğrafyadaki en kalabalık mutfağı demek abartılı bir tanımlama sayılmaz; ona koşanla ondan kaçanın mutlaka bir iz bıraktığı; yer yer kaosun da eklemlenmesiyle hiçbir tanıma sığmayan malzemesi sonsuz o  tuhaf yaratı evreni... Burada sanatçı olmanın, sanata izlenceyle katılanın herhangi bir kaçış olanağından söz edilemez. Yerle gök yarılsa gene orada bir yerde “yaratı”ya dair bir şeyler kımıldayacaktır. Hal böyle olunca da ona zemin hazırlayan, üretime destek/köstek arasındaki bilinmezi çözerek ya da hiç içinden çıkamayarak dahil olan mekanlar, arka bahçeler gün geçtikçe çoğalıyor. İçlerinde hangisinin bu katılıma canı gönülden adını yazdırdığı upuzun tartışmaların odağıdır; ancak gözleri sanata alışmış; neyin itki neyin çelme olduğunu bilenler bir çırpıda anlayacaktır; Halka Sanat Projesi, İstanbul’un sıklıkla ötelenen Anadolu , yel değirmenlerine kafa tutmakla kalmıyor, oradan çıkarsadıklarıyla, sanat yapmak için başka “ahbaplıklar”a uzak duranların üretimlerine doğrudan destek oluyor. Bir anlamda sanatçının yaratırken gereksindiği o mutfağı dileyene sunuyor. Kentin sanat akımının en yoğun olduğu, hatta bir nevi entelijansiya coğrafyası sayılabilecek “belirli” nefes noktalarını içeren Avrupa Yakası’nda bu türden bir yapılanma olağan görülebilirken, Anadolu Yakası’nda tek tük hareketlenme çabalarının dışında bir sayfiye anlayışının asla kırılamadığı o dinginlikte buna cesaret denilebilir ancak. Kavramla, kavramsal sanat algısının bile henüz oturmadığı bir ülkede sanatı, kendi kırılmaz izleyici-katılımcı aurasından söküp, şehrin başka merkezlerine yaymanın cesaretle koşut bir hayranlık uyandırdığını, Halka Sanat Projesi “neyin peşinde”yi sorguladığımızda fark edebildik. “Biz üç kadın mesleklerimizin itkisiyle, yıllardır kurduğumuz o hayali gerçekleştirdik” diyen, bunu derken yaratıcının heyecanına epey yakın bir coşkuyu ifadesinden gizleme gereği duymayan Zeynep Çelebi, Sezgi Attal ve İpek Çankaya, nasıl bir savaşa girdiklerinin farkında olup yine de bildiklerinden caymamayı seçmişler. Sanatçının yuvası kavramını, uluslarası platformda rezidans olarak tanımlanan bir oluşumu bu şehrin en sakin yakasında, ama yıllardır taşıdığı birikimi bir aradalık kavramıyla yoğurmuş Kadıköy’de var ediyorlar.  Rezidans oluşumu, dünya çapında sanatçı değişim programlarının en revaçtaki hali şimdilerde ve bu İstanbul’a yavaş yavaş soluk katmaya, zaten her daim geliş-geçişlere alışık bu kenti biraz daha aynaya bakmaya itiyor. Yabancı sanatçılar sessizce bu programlar dahilinde Türkiye’ye geliyorlar, daha sonra kendilerine seçtikleri “yuva”nın mutfağında üretime katılıyorlar. Ortaya çıkan eserlerin, yaratı alanına yakın, yani aynı zamanda yaşadığı yerde sergilenmesi fikri buraya gelen sanatçıları cezbeden; onları üretim süresince buralı kılan bir anlayış. Halka Sanat’ın bunu Avrupa Yakası’nda değil de görece sakin Anadolu Yakası’nda biçimlendirme fikri, gerekçesini destekleyen bir adım. Salt, yabancı değişim programı odaklı sanat yürütücülüğü yapmadıklarını, üretime doğrudan olmasa bile dolaylı yollardan canla başla katıldıklarını ve bu işi, ana akımın uzağında yapmaya çalıştıklarını gözlemleyince, sanatın bu ülkedeki yaygın elitist algısı kırılıveriyor. Sanatçıya yaratı süresince gereksindiği pek çok olanağı veren, buraya geldikten sonra kendi evinde, kendi mutfağında üretme hissini korusun isteyen Halka Sanat Projesi ütopik sayılabilecek bir düşün izleğinde ilerlemekte bir an olsun tereddüt etmemiş. Deli misiniz, neden böyle bir işe kalkıştınız diyecek halimiz elbette yok. Ama neden doğrudan üretimin içinde değilsiniz, bundan nasıl bir çıkarınız var dediğimizde, yanıt oldukça naif: “biz yaratı sürecine rehberlik eden bir eğitimden geçtik, ancak bu ülkede sanat yapmak kadar sanatın gerçekleşebilmesi için de bir artalana ihtiyaç vardı ve bu bizim düşümüzdü. Halka Sanat, kollektif üretim yapan, yaşanan alanda üretim yapılması fikrini benimseyen sanatçılara yaşama, üretme ve sergi alanını aynı yerde temin eden bir fikrin sonucudur.” Sanatçının özellikle bu coğrafyada üretime geçebilmesi için belli olanaklara ve o malum “kendine ait bir oda”sına kavuşabilmesi öncelikler arasında yer alır, salt kadının üretimi açısından bakıldığında durum elbet daha da vahimleşiyor, ancak burada çok daha ilginç bir resim ortaya çıkıyor. Halka Sanat Projesi, akademik kariyer yapmaya çalışan ve düşleri için ilk önce kendi evlerini üretim alanı haline getirip sonradan Kadıköy’deki bu mekana geçmiş üç kadının muazzam cesaret ve idealizm örneği. “Hiçbirimiz büyük olanaklara sahip değiliz, ancak bunu gerçekleştirmek için neyimiz varsa ortaya döktük, akademik kariyer süreçlerimizle eş zamanlı bir yola koyulduk. Sonuçsa tahminimizden daha tatmin edici oldu” diyor Zeynep Çelebi. Lokasyon seçiminde de bu yakanın kendine özgü diline, henüz yıpranmamış bir aradalık kültürüne tutunduklarını özellikle belirtiyor. Kadıköy’de o bildik karşılaşmaların yerine, kendiliğinden gelişen, her an değişen bir ortamda üretilen eserlerin dili de değişiyor. Yurtdışından belli bir başvuruyla gelen sanatçı uluslarası sanat fonundan aldığı bir nevi ödenekle buraya gelip 2 haftadan az olmamak şartıyla kalıp üretim sürecini kendi yöntemince başlatabiliyor. Buranın kendi kendini döndürebilmesi, sanatçıya istediği koşulları, malzemeyi sağlayabilmesi için bu ödeneklere gereksinim var ancak, kar elde etme amacını tamamen dışladıklarını belirtiyorlar. Mekanın biçimlendirilmesi bile imece usulüyle yapılmış, Kadıköy’de hali hazırda süren mahalle-esnaf kültürünün desteği alınmış. Halka Sanat, bir sanatçı oteli, ya da hostel anlayışından, üretimin ve sergilemenin yaşanılan mekanda olması yaklaşımıyla ayrılıyor. Gelen sanatçılar bir arada üretimlerini besleyebildikleri gibi, diledikleri gibi kendi atölyelerinde yaşadıkları o inziva halini de sürdürebiliyorlar.  Önceliği, kendini var etme sürecinde oldukça sancılı bir yol izlemek durumunda kalan gençlere veren Halka, keskin hatlarla belirlenmiş sınırları, sert ve yerleşik söylemleri arkasında bırakıyor. Yurtdışına buradan sanatçı göndermeye başladıklarında bu konuda önceliği genç sanatçılara vereceklerinin altını çiziyorlar. Güzel Sanatlar Fakültelerine ulaşarak, öğrencilerden portfolyolarını alıp bu süreci kendilerince hızlandırmak gibi bir amaçla attıkları adımlar, “bize isteyen herkes ulaşsın” tavrının çok ötesinde gerçekçi bir yöntem oluşturuyor. O nedenle bu ekibin, sözüne, fikrine güvenebileceği her genç sanatçıya kapısı açık. Dünyanın bir başka ucunda, bir anlamda mobil üretime destek veren diğer rezidans ve trans artist programlarıyla dirsek teması kurdukları sürece, sanatçıların Halka’nın mutfağına yolu düşecek gibi görünüyor. Tipik bir galeri mantığına göre kolektif ve mobil üretim açısından, yeni fikirlere ve onların sahiplerine bir tanışıklık, bilinirlik, tanınırlık gibi kriterleri sorgulamadan yol açan Halka Sanat Projesi, Türkiye’de yepyeni oluşumların varlık gösterdiğinin bir kanıtı. Sanat yaparak yaşamda kalmak gibi bir hedefi olanın, ütopik ve yorucu serüvenini, çok da imkansız görülebilen “başka dünyalar” tanıma fırsatını da vererek destekleyen ekibin gerçek cesaret ve başarı örneği olduğu söylenebilir. İzleyiciye ulaşabilme hazzına varmak kadar yaratı sürecinin tüm sancılarını, heyecanı kadar çaresizliklerini de kapsayan mutfağı, kendi özel ve sıklıkla doğaçlama tarifleriyle üretmeye hazır hale getiren Halka Sanat Projesi, özellikle, meselesi olan genç sanatçılara Kadıköy’e bir kez daha uğramaları gerektiğini hatırlatıyor.
Halka Sanat’ın Aralık ayı etkinlikleri arasında Slobodan Dan Paich ve Lucy Staggals adlı iki sanatçının çalışmaları yer alıyor.
aysesaglam81@gmail.com/ perikmaz.blogspot.com
http://www.halkaartproject.net

düş zaman peşime

düş zaman peşime
sadece ikisi kaldı hayatta.bu fotoğraftan kalan;soluk almayı beceren iki kişi.diğerlerinin terkine inat,yaşamda direten iki kişi.hangileri ölüme bakıyor...hangileri hayatta diretiyor...hangileri yas bıraktı hangileri acı parçalarını süpürür hala...

her şey

her şey
onlarsız yaşanmıyor...sanal beyinlilere,sokakarası uyuşuklarına,vakitsiz yığınlara inat hem de

zaman ki sonsuzdur

zaman ki sonsuzdur
yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.iş yerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim dirilttiniz.YAZI YAZMAK İSTEDİM AÇ KALIRSIN DEDİNİZ.aç kalmayı denedim serum verdiniz.DELİRDİM.Kafama elektrik verdiniz.ben bütün bunların dışındayım.

sylvia plath çizgisi

sylvia plath çizgisi
kalbimin sızısı...hiçbir şeye benzemeyen.herkesten kıskanır gibi sevdiğim...

tezer&deniz

tezer&deniz

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara, hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa, yaşamı dışlama hakkına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekala canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, öteki kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler, kaygılar çok geride kalmıştır.

deniz bilgin

deniz bilgin
sessizce yittin; sesini duyan????

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD
"Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek" ne çok var yitenlerden..ne de güzeldin.ne büyük sözleri fısıldadın gecenin kulağına.duymamanın hazzına kapılmış lal kalabalıklar arasında elbet var ışığını koklaya koklaya izinden gelen birileri

.....

.....

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ
ey iki adımlık yer küre!senin bütün arkabahçelerini gördüm ben

selçuk baran

selçuk baran
haziran'dır,Arjantin tangoları'dır..kimselerin adını zikretmeyip hayata küstürdüğü sözcüklerin en güzel ustasıdır.erken çekip gidenlerdendir.az kaldı bitiyor derken bir bir önünde ölüm penceresi açılmıştır..sevdiğimiz ne kaldı...kim ellerimizi tutacak korkudan buz kestiğinde.kitapları basılmaz,sahaflar o "adam"ı tanımıyorum der...kim, peki kimin vicdanı sızlar?

Die Verwandlung