“HİKAYEMİ RÜZGARA BIRAKTIM: ARTIK ANLATMAYACAĞIM…”
-rüzgar tanıktı; geri dönüp bakmadım!
Annemin tuhaf hatırasına ve izi
ışığım olan İpek Uzman’a..
Bana bu hikayeyi
anlatmamı sen söyledin. Yıllarca aslında eninde sonunda bir kahramana
dönüşeceğini bilir gibi, kimseye benzemezliğini, çokça tuhaflığını bir an olsun
sakınmadan yazmam için gezindin benimle. Yol arkadaşımdın en çok... Yarı yolda
bırakma ihtimalini saklı tutan, ama yolun sonunda dipsiz bir karanlık bile olsa
gözünü kırpmadan yürümeye devam et, gerekirse koş diyen o z/amansız
bilgeliğinle geri dönemeyeceğim bu hikayeye dahil ettin beni. “Kimse kimsenin
sahibi değildir, bir aile en fazla yol gösterebilir o da yolun ne olduğunu
biliyorsa” dediğinde dünya el yordamıyla keşfedilecek bir serüven gibiydi. Oysa
sen kanatlarını korumak değil, sadece uçmak için açan, bazen acımasızlığa varan
bir kendi halindelikle göz ucuyla hiç de öyle olmadığını fısıldıyordun. Dünya
bir oyun yeri değil, kurallarını birilerinin belirlediği bir yarış hiç değil
diyordun. Gideceğin yere kadar sana eşlik edenler olacak “aynı yolda yürüyenler
elbet buluşur sen yürümeye devam et ve arkana hiç bakma...” dediğinde on
yaşındaydım. Benim biricik yara izim, yol arkadaşım, ruh eşim hep sendin.
Geride kalırsam beni bile dönüp arama diyen bir kadın, ondan sonra gelecek
herkesi; edinilecek tüm hikayeleri gölgesinde bırakır. Sana benzemekten deli
gibi korktuğumu söylediğimde, her inkar bir benzerini yaratır; senin de başına
gelecek diye gülümsemiştin. Biliyordun. Hiçbir alakamız olmadığı güvenciyle
geçirdiğim yıllar giderek senin cümlelerin, senin beden dilin, senin bakışlarınla
dolu bir sınıra ulaştı. Sen deliydin(!), ben inadına normal kalacak, herkes
gibi sakince yaşamayı becerecektim. Yapabilirsin diyordun. Yeterince istersen
herkese benzeyebilirsin. Hesaplaşmamız bitmedi. Sana taptığım zamanlardan,
tuhaf ve aykırı söylemlerinden nefret ettiğim zamanlara, seni asla anlamasam da
öylece kabullenmeme ve sonunda hayranlıkla öfke arası bir yere vardım. Bunun
aslında kendime kendimi geri vermem demek olduğunu inkar etmem, günün birinde
senin nereden geldiği belli olmayan acaipliklerini bütün ruhumla yaşadığımı
ayrımsadığım gün son buldu. Kabullenmek rahatlamaktır. Yenilmiştim. Yine
haklıydın. Bana bu hikayeyi yazdıracağını biliyordun. İzleklerinde yürüdüğüm
bütün o kadınları deli gibi kıskandığın halde, eninde sonunda beni anlatacaksın
diyen o kendindeliğin kazandı.
Başka hayatları
anlatabilirdim. Aklımdan geçen, yolumda yerleri bir an olsun değişmeyen
kadınlardan birini. Hepsinin hayatının bir yerine ilişmiş olmayı, bir anlık
dahi olsa hikayelerinden geçmeyi dilerdim. Yazıya oturmadan, günlerce aklımda
hangisini, hakkını vererek yazabilirim diye düşündüm. Ama sonra senin hikayende
25 yıl gezindiğimi hatırladım. En büyük izim, aklımı başımdan alan
gerçekliğinle ve yerine bir şey koyamadığım sen vardın yazılmayı bekleyen.
Sabırla. Öylesine değil, bilerek; çok severek “bekar anne” olma fikriyle ve
aşktan delirerek yaratılmış kahramanındım senin. Seni yürüdüğüm yoldaki en
güzel yol arkadaşım ol diye yaptım demiştin. Birbirimizin gözünü oyacak kadar
sınırlarda gezinsek de ruhumda senden, ruhunda benden bir alıntı vardı ve bunun
için evlenmeye, ne kadar sevsem de bir adamla ömür geçirmeme gerek yoktu
demiştin. Bunları duymak için erkendi. İlkokulda annemin nikahına gittim
dediğim gün sınıfın orta yerine ateş düşürmüştüm. Tabii okula çağrılman, “hayal
gücümün genişliği” üzerine çekilen nutuğa verdiğin, “doğru söylüyor nikahıma
karnımda kızımla gittim” yanıtın sonrası hiçbir şey aynı olmadı. Hikayeyi başka
bir hale sokan, aslında hiç düşlemediğin şeydi. Ama seksenlerde bekar anne olma
fikri senin bile baş edebileceğin bir şey değildi. Okula götürdüğüm nikah
fotoğrafları ilkokul hayatımın kolay geçmemesi için bütün şartları
tamamlamıştı. Siyah gelinlik ve yüzünün yarısını kaplayan simsiyah tül,karnında
ben normal sandığım hiçbir şeyin aslında normalliğin kıyısından bile
geçmediğini yüzüme çarptığında sana duyduğum sevginin de üzerine öylece bıraktı
gölgesini. Yara izimdin sen. Bedeninde benden kalan iz, benim ruhumdakiyle
örtüşmüyordu. Sana benzemeyecektim. Herkes gibi olacaktım. “dene” dedin.
Şansını dene... Bakalım olacak mı?
Birbirimize
mektuplar yazıp günlerce süren “sessizliği kim bozacak” oyununda da kaybeden
ben oldum sonunda. “Yazı kalıcıdır” diyordun. “Kurduğun cümlelere, birilerine
verdiğin vaatlere dikkat et. Yazıya dökülmüş söz iz bırakır...Altından
kalkamayacağın cümleler kuracaksan yazıdan uzak dur, insanlar yüzyıllarca
yazılmışa inandılar.” Sen gittikten sonra bulduğum tüm o yazışmalarımız, izlerin bedende değil
hatıralarla ruhta asılı kaldığını haykırdı. Ben sende çok daha derin izler
bırakmış ve inkar oyunlarında salınmaya dalmıştım. Ama sen sözün büyüsünü
saklamıştın ve oradan bana uzanıp birbirimizin aynısıyız diyordun. Tüm
yaralarına sahip çıkabildiğin kadar sen olmuştun gözümde. Seni hayatındaki her
hatayı kocaman bir adıma dönüştürdüğün için inkar ettiğimi biliyordun. O
hatalardan bir hayat çıkamazdı, aklına eseni yaşıyor olmak çocuk sahibi bir
kadının harcı değildi. Çocuk aklımda diğer anneler gibi kabullenişin, razı
gelişin parçası olman gerektiği çınlıyordu. Hiçbir hayat bir şeylere zorla ikna
olacak kadar uzun ve değersiz değil dediğin gün bile inanmamıştım sana. Uyum
gerekliydi, bazen herkes gibi olmak, onların arasında rahatça gezinmek...Herkes
sana şaşkınlıkla bakarken aynı hızda etkin altına giriverirdi. Seni sevmeyen,
varlığına dayanamayan bir tek insan anımsamıyorum. Ben bile bazen senden çok
uzağa kaçmak isterken bunca uyumsuzluğuna rağmen ışığın insanların gözlerini
nasıl alabilirdi. Büyücü olduğunu düşünürdüm. Alev saçan bakışlarınla insanları
uyuşturduğunu... Sen gittikten yıllar sonra bile gözlerini özlediğini söyleyen
o insanlar tesirin altında olmalıydı. Ne yaşarsan yaşa hız kesmeyen kahkahana
bağımlıydı onlar. Gözlerinde yüzyıllarca taşınmış hikayelerden kalan derin
hüzne rağmen dudaklarının kenarında yalnızca gülümsemekten oluşmuş çizgiler
yerden kalkmaya cesareti olmayanlara merhamet etmezdi bir tek. Erkeklerin
bunalımlısı, kadının her şeyden yakınıp hiçbir şey yapmayanı çileden çıkarırdı
seni. Onlara acıman yoktu. Kendi başına bir şey beceremeyen, patlamış ampulü
erkeğe değiştiren kadına inat arabayı da sen tamir ederdin, haksızlığa uğrayan
herhangi bir insanın kavgasını da sen yapardın. Seni bir tek temizlik yaparken
hatırlamıyorum. Domestik kadın kadar
sinirini bozan bir şey yoktu. Bütün kadınları araba ve televizyon tamir
edebilir sanıyordum. Kendimi elektrikli testere kullanırken bulduğumda sana
benzememek için yaptığım her şeyin fiyasko olduğunu söylemek için yanımda
değildin. Yüzünde her şeyle dalga geçebilen o ifadeyi aklımdan atabilmek için
ne kadar uğraşsam da görüyordum. Bana bu hikayeyi yazdıran sen, karşıma dikilip
“naber” diyordun. Mahalle muhtarlığında evin reisi hanesinde adın yazıyordu.
Babamın bir an olsun bile neden demediği, haliyle bizim de lider olmanın kadın
ya da erkekle ilgisi olmadığını normalleştirerek büyüdüğümüz evde dışarıdaki
“birbirinin aynısı” hayatlardan korunacağımız öğretilmiyordu bir tek. Dünya ona
karşı gardını alacağın bir cehennem azabı değildi. Ne yaşarsak yaşayalım;
maddi-manevi her yıkımda yeniden ayağa kalkacak güç senin sesindi. Bol kedili, üç çocuklu, hergün aklına yeni bir
fikir düşüp onu kovalamaya kalkışan, kendi hayat mücadelesine dalsa bile başka
hayatları kotarmak için gece gündüz etrafa yaşam saçan, kocasının aşırı
duygusallığıyla dalga geçmeyi bile eşsiz bir zerafetle yapan kadın, bana emanet
ettiği izlerin hesabını soruyor şimdi. Ayağa asla kalkamayacağım sandığım
düşmelerimde gözümün kenarında yaş dolduğunu görseydin, bu hikayeyi
yazdırmazdın bana. Daha olmadı, henüz değil derdin. O yüzden canım her yandığında
beni görüyor musun diye düşünüyorum. Görseydin canım acıyor derken bana o
inanmazlıkla, hadi kalk saçmalama diyecektin ve yeniden birbirimizi yemeye
başlayacaktık. Ama artık acıyan yerlerimi neyle iyileştireceğimi biliyorum.
Bunu içimde gezinen o güç yaptırıyor bana. Senden bana belki benden sana
devrolan. Sanırım zamanı geldi: hiçbir
şeyi öylesine değil tutkudan ölerek yaşayan bir kadın, eninde sonunda
hikayesini geri isteyecekti ve şimdi cümleler arasında salınırken, ruhuma
üflediğin tüm hikayeler gibi burada da senin rüzgarın konuşuyor.
Herkesi
yazabilirdim. Yola çıktığım gün bana eşlik edeceklerini ve eğer gerçeklerse ve
tutkularını onlarla bölüşebiliyorsam kalıcı olacaklarını söylediğin yol
arkadaşlarımdan herhangi birini... Hepsine borçluyum. Ama öncelik senin
olmalıydı artık. Yıllarca beni paylaşmak zorunda kaldığın o kadınların her biri
kenara çekilip seni anlattırdılar bana. Belki hepsi, günün birinde seni
yazabilmem için elimden tuttular, belki de sen onları daha iyi anlamam için
sinir sınırlarımı zorlayarak yaşamımdan geçip gittin. “Bu çocukta akşamüstü
hüznü var” diyordun, “belki ileride yazmasını sağlar...Ben yaşamayı seçtim,
yazamam” dediğin yerde aramızdaki tek sınır belli olmuştu. Sen hayatın bir
saniyesini kaçırmamak için gözlerini kocaman açıp tutkunun kendisi oldun, ben o
tutkuyu anlatacak gücü aradım. “Birileri tutulacak sen hikayesini yazacaksın
ama sen tutulduğunda adı tutku olacak” diyen bir anneden daha derin bir izim
yok benim. Hayatı boyunca kendi mücadelesini vermiş, ekmeğini taştan çıkarmanın
öylesine bir laf olmadığını bana canla kanla hatta kanatarak; bilmediğim bir
dünyayı kolay kavranamayacak bir dille anlatan; bunu yaparken neleri feda
ettiğini şimdi algıladığım anneme borçluyum. Kadın olmayı ama en çok kadın kalmayı, ona
sahip çıkamıyorsan oyunu terk etmeyi öğrendiğim ilk yer annemin yanı.
Acımasızlığında varoluşunun normalliğini ödünç alır gibi yaşayan o dönemki ve
ne yazık şimdiki her kadının mücadelesi gizliydi. Bunu algılamam için bedenimi
kavramam gerekti önce. “Bir kadın anne ve eş olmak için değil varoluşundaki
tutkunun ve gerçeğin izini sürmek için yaşamalı, diğer her şey buna hizmet
eder. Yoksa yol boyu dönüp dönüp geriye bakarsın” demiştin. Seninle mücadele
ettiğim yer aklımdı ve ben bu hikayeyi yazıp bitirene dek defalarca geri dönüp
baktım. Aslında her dönüp baktığımda bana bir şeyler söylemeni bekliyordum. “Yapamayacağım”
dediğim yerde nasıl yapabileceğimi anlatmanı... “Kendi yöntemini bul” dedin
bana ve “anlat; anlat ki yazının kalıcılığında mühürleyip ikna et kendini.
Yoksa o yol hiç yürünmemiş gibi öylece uzar önünde ve sen her zerrenle yola
çıktığın yere; en başa geri döner durursun...”
Yola devam edebilmem içindin. Yoluna devam edebilmen için
gelmiştim. İyi ki tanışmışız... Şimdi yolun gerisinde ne halt edeceğimi
bilmesem de, kulağıma fısıldadığın tüm o alaysamalarına ilene ilene seni
anlatmanın yolunu arıyorum. Bu defa Tezer, Simone, Virgina, Camille, Kahlo
değil… Sen geziniyorsun rüzgara bıraktıklarım arasında. Sen olmasaydın
yapamazdım. Adın gibi biliyordun….