20 Ocak 2015 Salı

AMARGİ FEMİNİST DERGİ KIŞ 2014 SAYI:35 KAHRAMANLARIMIZ dosyasında yayımlanan yazım


“HİKAYEMİ RÜZGARA BIRAKTIM: ARTIK ANLATMAYACAĞIM…”
-rüzgar tanıktı; geri dönüp bakmadım!



Annemin tuhaf hatırasına ve izi ışığım olan İpek Uzman’a..                                                                                                                                            
  Bana bu hikayeyi anlatmamı sen söyledin. Yıllarca aslında eninde sonunda bir kahramana dönüşeceğini bilir gibi, kimseye benzemezliğini, çokça tuhaflığını bir an olsun sakınmadan yazmam için gezindin benimle. Yol arkadaşımdın en çok... Yarı yolda bırakma ihtimalini saklı tutan, ama yolun sonunda dipsiz bir karanlık bile olsa gözünü kırpmadan yürümeye devam et, gerekirse koş diyen o z/amansız bilgeliğinle geri dönemeyeceğim bu hikayeye dahil ettin beni. “Kimse kimsenin sahibi değildir, bir aile en fazla yol gösterebilir o da yolun ne olduğunu biliyorsa” dediğinde dünya el yordamıyla keşfedilecek bir serüven gibiydi. Oysa sen kanatlarını korumak değil, sadece uçmak için açan, bazen acımasızlığa varan bir kendi halindelikle göz ucuyla hiç de öyle olmadığını fısıldıyordun. Dünya bir oyun yeri değil, kurallarını birilerinin belirlediği bir yarış hiç değil diyordun. Gideceğin yere kadar sana eşlik edenler olacak “aynı yolda yürüyenler elbet buluşur sen yürümeye devam et ve arkana hiç bakma...” dediğinde on yaşındaydım. Benim biricik yara izim, yol arkadaşım, ruh eşim hep sendin. Geride kalırsam beni bile dönüp arama diyen bir kadın, ondan sonra gelecek herkesi; edinilecek tüm hikayeleri gölgesinde bırakır. Sana benzemekten deli gibi korktuğumu söylediğimde, her inkar bir benzerini yaratır; senin de başına gelecek diye gülümsemiştin. Biliyordun. Hiçbir alakamız olmadığı güvenciyle geçirdiğim yıllar giderek senin cümlelerin, senin beden dilin, senin bakışlarınla dolu bir sınıra ulaştı. Sen deliydin(!), ben inadına normal kalacak, herkes gibi sakince yaşamayı becerecektim. Yapabilirsin diyordun. Yeterince istersen herkese benzeyebilirsin. Hesaplaşmamız bitmedi. Sana taptığım zamanlardan, tuhaf ve aykırı söylemlerinden nefret ettiğim zamanlara, seni asla anlamasam da öylece kabullenmeme ve sonunda hayranlıkla öfke arası bir yere vardım. Bunun aslında kendime kendimi geri vermem demek olduğunu inkar etmem, günün birinde senin nereden geldiği belli olmayan acaipliklerini bütün ruhumla yaşadığımı ayrımsadığım gün son buldu. Kabullenmek rahatlamaktır. Yenilmiştim. Yine haklıydın. Bana bu hikayeyi yazdıracağını biliyordun. İzleklerinde yürüdüğüm bütün o kadınları deli gibi kıskandığın halde, eninde sonunda beni anlatacaksın diyen o kendindeliğin kazandı.
  Başka hayatları anlatabilirdim. Aklımdan geçen, yolumda yerleri bir an olsun değişmeyen kadınlardan birini. Hepsinin hayatının bir yerine ilişmiş olmayı, bir anlık dahi olsa hikayelerinden geçmeyi dilerdim. Yazıya oturmadan, günlerce aklımda hangisini, hakkını vererek yazabilirim diye düşündüm. Ama sonra senin hikayende 25 yıl gezindiğimi hatırladım. En büyük izim, aklımı başımdan alan gerçekliğinle ve yerine bir şey koyamadığım sen vardın yazılmayı bekleyen. Sabırla. Öylesine değil, bilerek; çok severek “bekar anne” olma fikriyle ve aşktan delirerek yaratılmış kahramanındım senin. Seni yürüdüğüm yoldaki en güzel yol arkadaşım ol diye yaptım demiştin. Birbirimizin gözünü oyacak kadar sınırlarda gezinsek de ruhumda senden, ruhunda benden bir alıntı vardı ve bunun için evlenmeye, ne kadar sevsem de bir adamla ömür geçirmeme gerek yoktu demiştin. Bunları duymak için erkendi. İlkokulda annemin nikahına gittim dediğim gün sınıfın orta yerine ateş düşürmüştüm. Tabii okula çağrılman, “hayal gücümün genişliği” üzerine çekilen nutuğa verdiğin, “doğru söylüyor nikahıma karnımda kızımla gittim” yanıtın sonrası hiçbir şey aynı olmadı. Hikayeyi başka bir hale sokan, aslında hiç düşlemediğin şeydi. Ama seksenlerde bekar anne olma fikri senin bile baş edebileceğin bir şey değildi. Okula götürdüğüm nikah fotoğrafları ilkokul hayatımın kolay geçmemesi için bütün şartları tamamlamıştı. Siyah gelinlik ve yüzünün yarısını kaplayan simsiyah tül,karnında ben normal sandığım hiçbir şeyin aslında normalliğin kıyısından bile geçmediğini yüzüme çarptığında sana duyduğum sevginin de üzerine öylece bıraktı gölgesini. Yara izimdin sen. Bedeninde benden kalan iz, benim ruhumdakiyle örtüşmüyordu. Sana benzemeyecektim. Herkes gibi olacaktım. “dene” dedin. Şansını dene... Bakalım olacak mı?

  Birbirimize mektuplar yazıp günlerce süren “sessizliği kim bozacak” oyununda da kaybeden ben oldum sonunda. “Yazı kalıcıdır” diyordun. “Kurduğun cümlelere, birilerine verdiğin vaatlere dikkat et. Yazıya dökülmüş söz iz bırakır...Altından kalkamayacağın cümleler kuracaksan yazıdan uzak dur, insanlar yüzyıllarca yazılmışa inandılar.” Sen gittikten sonra bulduğum  tüm o yazışmalarımız, izlerin bedende değil hatıralarla ruhta asılı kaldığını haykırdı. Ben sende çok daha derin izler bırakmış ve inkar oyunlarında salınmaya dalmıştım. Ama sen sözün büyüsünü saklamıştın ve oradan bana uzanıp birbirimizin aynısıyız diyordun. Tüm yaralarına sahip çıkabildiğin kadar sen olmuştun gözümde. Seni hayatındaki her hatayı kocaman bir adıma dönüştürdüğün için inkar ettiğimi biliyordun. O hatalardan bir hayat çıkamazdı, aklına eseni yaşıyor olmak çocuk sahibi bir kadının harcı değildi. Çocuk aklımda diğer anneler gibi kabullenişin, razı gelişin parçası olman gerektiği çınlıyordu. Hiçbir hayat bir şeylere zorla ikna olacak kadar uzun ve değersiz değil dediğin gün bile inanmamıştım sana. Uyum gerekliydi, bazen herkes gibi olmak, onların arasında rahatça gezinmek...Herkes sana şaşkınlıkla bakarken aynı hızda etkin altına giriverirdi. Seni sevmeyen, varlığına dayanamayan bir tek insan anımsamıyorum. Ben bile bazen senden çok uzağa kaçmak isterken bunca uyumsuzluğuna rağmen ışığın insanların gözlerini nasıl alabilirdi. Büyücü olduğunu düşünürdüm. Alev saçan bakışlarınla insanları uyuşturduğunu... Sen gittikten yıllar sonra bile gözlerini özlediğini söyleyen o insanlar tesirin altında olmalıydı. Ne yaşarsan yaşa hız kesmeyen kahkahana bağımlıydı onlar. Gözlerinde yüzyıllarca taşınmış hikayelerden kalan derin hüzne rağmen dudaklarının kenarında yalnızca gülümsemekten oluşmuş çizgiler yerden kalkmaya cesareti olmayanlara merhamet etmezdi bir tek. Erkeklerin bunalımlısı, kadının her şeyden yakınıp hiçbir şey yapmayanı çileden çıkarırdı seni. Onlara acıman yoktu. Kendi başına bir şey beceremeyen, patlamış ampulü erkeğe değiştiren kadına inat arabayı da sen tamir ederdin, haksızlığa uğrayan herhangi bir insanın kavgasını da sen yapardın. Seni bir tek temizlik yaparken hatırlamıyorum.  Domestik kadın kadar sinirini bozan bir şey yoktu. Bütün kadınları araba ve televizyon tamir edebilir sanıyordum. Kendimi elektrikli testere kullanırken bulduğumda sana benzememek için yaptığım her şeyin fiyasko olduğunu söylemek için yanımda değildin. Yüzünde her şeyle dalga geçebilen o ifadeyi aklımdan atabilmek için ne kadar uğraşsam da görüyordum. Bana bu hikayeyi yazdıran sen, karşıma dikilip “naber” diyordun. Mahalle muhtarlığında evin reisi hanesinde adın yazıyordu. Babamın bir an olsun bile neden demediği, haliyle bizim de lider olmanın kadın ya da erkekle ilgisi olmadığını normalleştirerek büyüdüğümüz evde dışarıdaki “birbirinin aynısı” hayatlardan korunacağımız öğretilmiyordu bir tek. Dünya ona karşı gardını alacağın bir cehennem azabı değildi. Ne yaşarsak yaşayalım; maddi-manevi her yıkımda yeniden ayağa kalkacak güç senin sesindi.  Bol kedili, üç çocuklu, hergün aklına yeni bir fikir düşüp onu kovalamaya kalkışan, kendi hayat mücadelesine dalsa bile başka hayatları kotarmak için gece gündüz etrafa yaşam saçan, kocasının aşırı duygusallığıyla dalga geçmeyi bile eşsiz bir zerafetle yapan kadın, bana emanet ettiği izlerin hesabını soruyor şimdi. Ayağa asla kalkamayacağım sandığım düşmelerimde gözümün kenarında yaş dolduğunu görseydin, bu hikayeyi yazdırmazdın bana. Daha olmadı, henüz değil derdin. O yüzden canım her yandığında beni görüyor musun diye düşünüyorum. Görseydin canım acıyor derken bana o inanmazlıkla, hadi kalk saçmalama diyecektin ve yeniden birbirimizi yemeye başlayacaktık. Ama artık acıyan yerlerimi neyle iyileştireceğimi biliyorum. Bunu içimde gezinen o güç yaptırıyor bana. Senden bana belki benden sana devrolan.  Sanırım zamanı geldi: hiçbir şeyi öylesine değil tutkudan ölerek yaşayan bir kadın, eninde sonunda hikayesini geri isteyecekti ve şimdi cümleler arasında salınırken, ruhuma üflediğin tüm hikayeler gibi burada da senin rüzgarın konuşuyor.
  Herkesi yazabilirdim. Yola çıktığım gün bana eşlik edeceklerini ve eğer gerçeklerse ve tutkularını onlarla bölüşebiliyorsam kalıcı olacaklarını söylediğin yol arkadaşlarımdan herhangi birini... Hepsine borçluyum. Ama öncelik senin olmalıydı artık. Yıllarca beni paylaşmak zorunda kaldığın o kadınların her biri kenara çekilip seni anlattırdılar bana. Belki hepsi, günün birinde seni yazabilmem için elimden tuttular, belki de sen onları daha iyi anlamam için sinir sınırlarımı zorlayarak yaşamımdan geçip gittin. “Bu çocukta akşamüstü hüznü var” diyordun, “belki ileride yazmasını sağlar...Ben yaşamayı seçtim, yazamam” dediğin yerde aramızdaki tek sınır belli olmuştu. Sen hayatın bir saniyesini kaçırmamak için gözlerini kocaman açıp tutkunun kendisi oldun, ben o tutkuyu anlatacak gücü aradım. “Birileri tutulacak sen hikayesini yazacaksın ama sen tutulduğunda adı tutku olacak” diyen bir anneden daha derin bir izim yok benim. Hayatı boyunca kendi mücadelesini vermiş, ekmeğini taştan çıkarmanın öylesine bir laf olmadığını bana canla kanla hatta kanatarak; bilmediğim bir dünyayı kolay kavranamayacak bir dille anlatan; bunu yaparken neleri feda ettiğini şimdi algıladığım anneme borçluyum.  Kadın olmayı ama en çok kadın kalmayı, ona sahip çıkamıyorsan oyunu terk etmeyi öğrendiğim ilk yer annemin yanı. Acımasızlığında varoluşunun normalliğini ödünç alır gibi yaşayan o dönemki ve ne yazık şimdiki her kadının mücadelesi gizliydi. Bunu algılamam için bedenimi kavramam gerekti önce. “Bir kadın anne ve eş olmak için değil varoluşundaki tutkunun ve gerçeğin izini sürmek için yaşamalı, diğer her şey buna hizmet eder. Yoksa yol boyu dönüp dönüp geriye bakarsın” demiştin. Seninle mücadele ettiğim yer aklımdı ve ben bu hikayeyi yazıp bitirene dek defalarca geri dönüp baktım. Aslında her dönüp baktığımda bana bir şeyler söylemeni bekliyordum. “Yapamayacağım” dediğim yerde nasıl yapabileceğimi anlatmanı... “Kendi yöntemini bul” dedin bana ve “anlat; anlat ki yazının kalıcılığında mühürleyip ikna et kendini. Yoksa o yol hiç yürünmemiş gibi öylece uzar önünde ve sen her zerrenle yola çıktığın yere; en başa geri döner durursun...”

Yola devam edebilmem içindin. Yoluna devam edebilmen için gelmiştim. İyi ki tanışmışız... Şimdi yolun gerisinde ne halt edeceğimi bilmesem de, kulağıma fısıldadığın tüm o alaysamalarına ilene ilene seni anlatmanın yolunu arıyorum. Bu defa Tezer, Simone, Virgina, Camille, Kahlo değil… Sen geziniyorsun rüzgara bıraktıklarım arasında. Sen olmasaydın yapamazdım. Adın gibi biliyordun…. 

düş zaman peşime

düş zaman peşime
sadece ikisi kaldı hayatta.bu fotoğraftan kalan;soluk almayı beceren iki kişi.diğerlerinin terkine inat,yaşamda direten iki kişi.hangileri ölüme bakıyor...hangileri hayatta diretiyor...hangileri yas bıraktı hangileri acı parçalarını süpürür hala...

her şey

her şey
onlarsız yaşanmıyor...sanal beyinlilere,sokakarası uyuşuklarına,vakitsiz yığınlara inat hem de

zaman ki sonsuzdur

zaman ki sonsuzdur
yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.iş yerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim dirilttiniz.YAZI YAZMAK İSTEDİM AÇ KALIRSIN DEDİNİZ.aç kalmayı denedim serum verdiniz.DELİRDİM.Kafama elektrik verdiniz.ben bütün bunların dışındayım.

sylvia plath çizgisi

sylvia plath çizgisi
kalbimin sızısı...hiçbir şeye benzemeyen.herkesten kıskanır gibi sevdiğim...

tezer&deniz

tezer&deniz

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara, hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa, yaşamı dışlama hakkına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekala canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, öteki kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler, kaygılar çok geride kalmıştır.

deniz bilgin

deniz bilgin
sessizce yittin; sesini duyan????

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD
"Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek" ne çok var yitenlerden..ne de güzeldin.ne büyük sözleri fısıldadın gecenin kulağına.duymamanın hazzına kapılmış lal kalabalıklar arasında elbet var ışığını koklaya koklaya izinden gelen birileri

.....

.....

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ
ey iki adımlık yer küre!senin bütün arkabahçelerini gördüm ben

selçuk baran

selçuk baran
haziran'dır,Arjantin tangoları'dır..kimselerin adını zikretmeyip hayata küstürdüğü sözcüklerin en güzel ustasıdır.erken çekip gidenlerdendir.az kaldı bitiyor derken bir bir önünde ölüm penceresi açılmıştır..sevdiğimiz ne kaldı...kim ellerimizi tutacak korkudan buz kestiğinde.kitapları basılmaz,sahaflar o "adam"ı tanımıyorum der...kim, peki kimin vicdanı sızlar?

Die Verwandlung