“BEN GÜZELE GÜZEL DEMEM GÜZEL BENİM OLMADIKÇA”
Entelijansiyada
ataerkil zorbaların güzellikle imtihanı...
Bazen
kavramlar, içi çoktan boşaltılmış; neredeyse yerinde yeller esen kimi
duygulanımları nitelemekte yetersiz kalıyor. Biri sana hikayeni yanına al,
kavramını da doğruca yerine iliştir ve yapabiliyorsan anlat dediğinde o
duygular zamana tutsak birer hayalet gibi gezinmeye başlar. Ama üzerinden zaman
geçmiş yaşanmışlıklar, ne kadar renkli kurgularla beslenseler de hep biraz
eksik kalacaklar. Hal böyleyken zorlanmış güzelliğin hikayesi olur mu?
Bu ülkede
sanatla uğraşan kadınların “sanatlarının güzelliğinin”zorlandığı doğrudur. Ve o
taraklarda bezi olan bilir ki, hep o birilerinin(!) dediği gibi: güzellikle
olmazsa, zorla olur!
Hikayeler
değişir, hayat durmaksızın dönüşür ama kavramın imlediği o “şey”in varlık
gerekçesi ve itki kaynağı hiç değişmediği için dillendirilmek isteneni herkes
ortak bir suskunun gölgesinde bölüşerek bilir. Zorlamanın kaynağındaki istenç
dışı o gücün ardında “olmayacak olanı isteme” hali beslenir durur. O yüzden zorla güzellik olmaz diye dile
pelesenk olmuş o atasözünün neredeyse karşılığı yoktur. O güzellik bir şekilde,
birileri için eninde sonunda “olacak olan”dır. Çünkü şuursuz bir çoğunluk için,
güzellik zorla ele geçirildiğinde tadından yenmeyen o kutsal emanetin ta
kendisidir.
Dünyanın
herhangi bir yerinde nasıl yürür, neyle beslenir bilemem ancak, bu ülkede
sanatla uğraşan, yazan çizen kadın için “zorla” dan kasıt, pek çok kez “olacak
olan” a dirençle ilintili bir konu. Bunun ne demeye vardığını da derin bir
nefes ve farkındalık, kendiliğinden anlatacaktır. Dayatmanın herhangi bir
türünde, eğer belli bir taciz imlemesi yoksa, razı gelişe varan bir pasifleşme,
geri çekilme kımıldanır. Üstelik bu coğrafyada sanatla uğraşmanın, “rahat ve
açık fikirli” olmaya uzanan bir algısı varken, dayatmanın herhangi bir
kılıklanmış halinde o rahatlığın maskelediği “geri kafalı” olma yargısıyla
sonsuz vahada tutsaklık kaçınılmaz bir paradoks gibi sessizce vaktini bekler.
Ülkedeki kabullerin, söz konusu sanatsa, ne kadar feodal olursa olsun, kapısı
ansızın ardına dek açılan bir dünyayla sınırlı olduğunu söylemek asla abartılı
olmayacaktır. Üstelik patriarkal ahlakçı kalıpları biçimleyenin de, onu kendi
belirlediği sınırlar ve özgürlükler dahilinde yorumlayanın da erkekler
üzerinden gidiyor oluşu elbette tesadüf sayılamaz. Zaten baskılama ve kontrol
altında tutma aşamasından, aniden sınırsız özgürlükler arenasında esrik bir
coşkuyla kendini yitirmeye(!) eğilimli bir algının yürürlüğünde, kadına
şimdilik edilgenlikten muaf bir yerde rastlamak mümkün olmayacaktır. Kapılarını
kendi istediği zaman dış dünyaya kapatan,yine kendi istediğinde bir başkasının
özgürlüğünü mağduriyete çevirme pahasına sonuna dek açan zihniyet(erkek
zihniyeti) karşısında edilgen konumundaki kadın, hareket alanı ölçeğinde
özgürdür. Kurban demek riskli, abartılı ve yüksek perdeden bir tanım gibi
gözükse de gelenekçi toplum yapısı içinde, mesleği ne olursa olsun “zaman
zaman” kadının bu konumda olduğu görülür. Mesleğin belirlediği veya kişiye
atfettiği kimlik yapısı içinde de “sanatçı” kadına edilgenlik veya kurban olma
hali yakıştırılamaz. Aksine eğer işin içinde sanat varsa, sanatçı kadın her
şeyi yapabilecek, hiçbir şeyi asla ayıp veya tuhaf bulmayacak kişi olarak
kabullerde yerini alacaktır. Bunun aksini ifade eden en ufak tutum karşısında
kınanma, hafifsenme, ciddiye alınmama hatta sanatının sorgulanması gibi dolaylı
ve gölgeli yaptırımlarla karşılaşmayı da göze alacak kişi, sözünü ettiğimiz
“sanatçı/özgür kadın”dır. Ya değilse? Sanatın söz söyleme biçimi ne olursa
olsun kadın sonsuz özgürlükler dünyasının içinde yine erkeğin belirlediği o
“her yola gelme” halinin yakınından bile geçmiyorsa... İşte orada sonuna dek
zorlanmış güzelliğin; güzellik nitelemesinden çıkıp “zorla”mayla birlikte
olumsuz çağrışımın kıyısında dolanan kadının, karşısındaki kişiyi ne kadar
öfkelendirdiği, nereye kadar “direnç” göstereceği önemlidir. Evet, işin içinde
bir de direnç gösterme söz konusudur; “direniyorsa,aslında istiyordur!”
algısının hastalıklı koridorlarında gezinmeye başlar ve bu koridorun ne kadarı
labirent, ne kadarı dipsiz, leş kokan bir dehliz, ne kadarı özgürleşmeye giden
bir yolculuk, hiçbir zaman tam olarak bilinemez. Ama işin içinde zorlanmış bir
güzellik algısı, sanatın güzellemesinden çoktan sıyrılmış; etin güzelliğine
varmıştır. Buraya kadar sözü edilen,
“bir yerden tanıdık geliyor” olabilir. Elbette genellemelerin ürkünçlüğü,
kurunun yanında yaş da yanar’a varan bir kafa karışıklığına kadar gidecektir.
Yine de epey erişkin, sıkça dillendirdiği bir “nüfuz”a sahip erkeğin, sanatına
aşık(!) olduğu genç sanatçı kadının hikayesini yazarken, ya da ona üretim
yapabileceği arenayı sunarken, sanatından ziyade ruhuna; yok aslında bedenine
aşık oluvermesi ama zorladığı güzelliğin altından muazzam direnç çıkınca bütün
o kavramsal kutsaniyeti bir anda yıkması, kendisine dik dik bakıldığında topunu
alıp kendi bahçesine kaçmasıyla sonuçlanmayan bir oyunun da ta kendisidir.
Kurallarının kim tarafından belirlendiği çoktan belli ancak direncin zerresi
karşısında sonu herhangi bir kazananla bitmeyen “güzellikle olmazsa zorla olur”
aymazlığından kaynak bulan bir oyun söz konusudur burada. Kalem erbabı
“üstat”(!)ların “hakkında öyle bir eleştiri yazarım ki ya varolur göklere
çıkarsın/ya da bir daha buralarda tutunamazsın” şeklinde örtülü gönül
koymasından, büyük Art’istin kendine yar
edemediği çaylağı “buralarda ekmek bize kadar var, sana hiç kalmadı” tavrına,
sanatıyla dünyayı değiştireceğini savlarken ansızın bir akıl hummasına tutulup
“ya benimsin ya kara toprağın”a dönüşen yarı ilenmeli epey geniş skalada bir
“yaratıcılıkla” donanmış entellektüel erk(!), kendini bilmezlik aşamasında
çocukluğuna, belki de o karşısında olduğu patriarkal faşizan yapının kollarına sığınacaktır.
Yazar kalemini, ressam fırçasını, yontucu aletlerini, sinemacı kamerasını,
gazeteci köşesini parlatıp ortaya koyar. Ya hep ya hiçin artistik dilidir bu;
anlaşılması zaman alır. Binbir güçlükle edinildiği savlanan bu başarıların
nasıl olup da ansızın birer silaha dönüştüğünü kavramak için akıl dışı bir
empatiye gereksinim vardır. Zaten öylesi bir empati, tam da bu noktada vicdan
ve feda arasındaki ikileme dolanır. Kan ve gözyaşıyla, alın teriyle kurgulanmış
o özyaşam öyküleri bir anda eline geçirdiği malzemeyle karşısındakini köşeye
sıkıştıran bir palavra özetine dönüşmüştür. Ahlaki kıstırılmanın son noktası,
zorladığı şeyin elinde kalmasıyla korku, reddetme ve yok sayma nöbetleriyle
kendini ara ara ele verse de, hayata hiçbir şey olmamış gibi –kaldığı yerden-
devam edecektir. Buradaki ahlaksal eleştiri yaş farkı, şahısların kendi özel
yaşamlarında, ailelerinde (ailenin ne olursa olsun kutsallığı) örtülü ahlakçı
bir tutum –koruma,sahip çıkma şeklinde- sergiliyor olmalarından ziyade,
zorlamanın doğasında devinen o ürkütme ve taciz, etken figürü edilgen üzerinde
bir “yok eden” ve sindiren otoriteye dönüştüren mekanizmalar olarak işler. Bu
coğrafyadaki sanat algısının henüz hiçbir biçimde oturmadığı göz önünde
bulundurulursa, o sözü edilen “buralarda sana ekmek yok” savlamasıyla yılıp
caymak çok da acaipsenemez. Sanat eğitimi almış kadınların bu eğitim ve
donanımı daha minimal arenada, kimselere sezdirmeden sürdürenler; tamamen
hikayeden uzaklaşıp sanat konusu geçince içleniverenlerler, ya da eğer
olanakları varsa ateşin üstüne koşar adım ve daha büyük yangınlar çıkarmayı
göze alarak gidebilenler olarak belli kategorilerde yaşam bulması çok da
yabancı örnekler olmayacaktır.
Gerçekten nitelikli olanın anlaşılması için
eskpertiz sanat izleyicisi bile henüz oluşmamışken, sanat yaparak yaşamda
kalmak başka bir hikayenin oldukça uzun konusudur. Sanat estetik bir duyuşla,
görsel/işitsel bir haz odağına yöneldiğinden, sanatın gerisindeki uygulayıcı da
en basit çağrışımla haz ve arzu üzerinden bir kavrayışa salt varolmasıyla bile
temas eder. Sanatsal, kültürel belleği hiç varolmamış, artistik hafızası
oldukça yetersiz toplumlarda, sanat uygulayıcısının bedensel kimliği
yaratısının önüne geçtiğinden öncelik ne yaptığından ziyade, nasıl yaptığı
olacaktır. Dolayısıyla yaratım süreçlerinden üreterek, üretime tanıklık ederek,
onu yücelterek ya da yererek geçmiş yol
açıcı erkekler, usta çırak ilişkisinin merkezinde kendilerini anıştıran
erkekler yetiştirerek ya da kendilerine yarenlik edecek ve hep hayran kalacak
kadınlar koyarak durmayı sürdürürler. Bu devamlılığın kökeninde bir yer tutma
hali de söz konusudur. Dolayısıyla bir devir teslim gerçekleşeceği zaman bile
bu kişi, bileğinin gücüne inanılan ya da “duyguları asla işini baltalamayan”
bir başka erkek olacaktır. Güzelliğinin sonuna dek zorlandığı, ya da güzelin kendi
içinde durmaksızın kavramsal kayıp yaşadığı kadın dayanıklılığı ise bu gibi
süreçlerde elenen, zayıflığıyla(!) kaybeden ve kurtlar sofrasındaki kurban
olarak hafızalardan uzak tutulur. Tarihin buraya özgü olmayan hafızasında
sanatçı kadının, salt cinsiyet kabulleri üzerinden yok sayıldığı göz önünde
bulundurulunca bu, yaptırımların kendine bulduğu dayanağı kuvvetlendirir. Kadın
sanatçı, malzemesi ve yaratı evreninin sınırları elverdiğince varlığını
sürdürebilecek, kendisinden isteneneni güzellikle vermezse, elinden zorla
alınana razı gelecektir. Bu sürecin kırılması için oldukça uzun bir direnç
sürecine ve umuda gereksinim olduğu açık; ancak “zorla güzellik olur mu”
sorusunun daha sık sorulması ve yanıtın sorudaki vurguya istinaden olumsuza
epey yakın olacağının göze alınması gerekir. Zorla olur, güzellikle olmazsa
zorla olur!