17 Nisan 2013 Çarşamba

çiziktirmeler...




Janset Karavin "Transdomim" Hususi Edisyon için...

Düşülke yayınları Alengirli Teferruat Mektebi-Tebessüm Kuvvetleri için


23.03.2013 cumartesi YURT KÜLTÜR'de yayımlanan TOMRİS UYAR YAZIM...



  TOMRİS UYAR İÇİN BİR YAŞ GÜNÜ
  O yine yaş değiştirdi ve bu anı müjdeleyecek bir şiir eksik kaldı. İsim verdiği onca hayatın; nesnenin birer hikayeye dönüşmeyi beklediği yeni bir yaş dönümünde Tomris Uyar, bir kez daha aramızdan ayrılışının değil; yokluğunun ağırlığı gereğince ölümünün göz ardı edileceği, olanca tazeliğiyle bir bahara uyandı. Söz konusu Tomris Uyar ise sözcükleri özenle seçmek gereğini;  en ufak yüceltmede derhal kendine gelme refleksini  anımsatır. Yaşamına hayranlık duyulabilir belki ama anlatılarındaki çağ yangınlarını biraz olsun kavrayanı, “yaşamaya devam etseydi, keşke bizimle olsaydı” demekten men eder. İstediği gibi yaşadığından olsa gerek, uzun; sonsuza sevdalı bir yaşayışa methiye düzülmesine olanak bırakmaz. Nedense ölüm anmalarında değil de yaş günü kutlamalarında adının geçmesi tesadüf değildir. Geride bıraktığımız 15 Mart günü, Tomris’in 72. doğum günüydü ve yine bir yaşamın sonsuza devrinin bıraktığı izlerle nasıl mükemmel şekilde sürdüğünü anımsattı bize.
  El yordamıyla kavranan hayatın incelikli bir klavuzu olarak da okunabilecek Gündökümleri onca sene sonra bile güncelliğini koruyor;  yeni durumlar ve hikayaler;  hatta yerine ne koyacağımızı bilmediğimiz kayıplar için de başvurulabilir olma niteliğini de sürdürüyor. “... Çünkü zamanında yeteri kadar tanımadığınız bir kişiliğin sonraki yokluğunu benzer-kişiliklerle dolduramıyorsunuz.”  dediği Gündökümleri’nde Tezer Özlü’nün ölümünden sonra, onun yokluğuyla ne yapacağı konusundan söz eder.  İnsanların onları anımsayan en son kişinin yitimiyle sonsuz bir unutuşa  yenik düşeceği öngörüsüne sıkıca tutunup, Tomris Uyar algısının hep “yeni” kalarak her yaş dönümünde bir sonraki nesile aktarılması ritüelini, yaş değiştirme törenine yetişen şiirin yerini aldığını varsayabiliriz. Elbette yaş gününde hediye sorunsalını ortadan kaldırmak için eşe dosta “hünerleri/yetenekleri” el verdiğince bir şeyler yaratmalarını söyleyerek, yaş almak, yaş gününde uçucu sözlerle kutsanmak meselelerini  de kendisinden uzak tutma yönetimini bulan da Tomris Uyar’ın ta kendisidir. Bu, Tomris zekasıdır ve az görülebilir örnekleri düşünülünce yer yer ürkütücü bile sayılabilir. Karşısındaki kişiye yeri geldiğinde seçtiği mesleği sorgulatan, ağızlarından çıkan her cümleyle yüzleşmek zorunda bırakan,kadınlarla dost olmak konusunda ille de seçici ve sert çıkarsamalara varan, kendi adlandırmasıyla bir “uyumsuz”dur O.  Olacaklara önceden hazırlıklı, kontrolü kaybetmeyi sevmeyen karakteri  öykü evreninin dilini etkilemiştir. İçkiyi, güzel içmeyi yaşamaktan ayırmadığı halde esrime ve sarhoşluk onun için söz konusu bile değildir. “Bağımsız tiryakilik” olarak adlandırdığı durumunu açıklarken, hiçbir insana ve zevke tutsak kalmamanın insanın kendi özsaygısıyla ilişkili olduğunu vurgular. Onunla ilgili anılarda meyhaneler, keyifli dost sohbetleri, büyük kalabalık sofralar, içine çiçek ya da kiraz attığı votkası  yer alırken, bir kez olsun kendini bırakma,sarhoş olup “dağıtma” halinden söz edilmez. Bu, Tomris Uyar’ın yaşamdaki imzası; kontrollü iletişim biçiminin ve ustalıklı mesafesinin bir ipucudur.  Son cümlesini düşünerek yazdığı öykülerinin kaynağını da yaşama karşı bu tutum besler. Tomris Uyar, yaşama sevinçlerini sahiplenen onu övgüleyen biri olmadığı gibi öykülerinde ödeşme vurgusunu bir an olsun geri çekmeyişiyle farklıdır. Hiçbir söyleminde okuru ikna etmek, ona sevimli gözükmek çabasına yer vermeyişi onun bu uyumsuzluğunu çağrıştırabilir. Ne var ki Tomris Uyar okuyucusu, mutlu sonlara ve umutlu yarınlara kolayca ikna olmaktansa, içinde nefes almanın dahi güç geldiği öyküleri  yeğler. Ne kadar keskin olursa olsun hiçbir zaman yakınmaya yer vermeyen, koyu umutsuzluklarla dolu bile olsa içinde ince duyuşla kavranabilecek o yaşama sevincini koruduğu güncelerinde ise,yine  okurunu kandırmak yerine yüzleşmesi zor gerçekleri ilk söyleyen  O’dur. Günce tutmanın tanıklık etmek, kaydetmek anlamına da geldiğini bildiğinden, giderek yozlaşan iletişim biçimleri arasında bunun giderek yersiz hatta can yakan bir eylem olduğunu yazar ve bu neredeyse artık yazmayacağım demektir.  
 Doğumu kışa dönük bir bahar başlangıcına tesadüf etse de o dostlarının ve tutkulu Tomris Uyar okuyucusunun algısında sıcak yaz akşamüstleriyle yer etti. Ondan söz ederken, ona dair bir cümle okurken az sonra bütün pencereler açılacak, içeri deniz kokuları yayılacak gibidir. Hüzünden çok her an coşkulanmaya; gitmektense yeniden doğmaya  dönük yüzü bundandır. Mutfağını hep yazı anımsatsın diye turuncuya boyayan ve “evinde hiç güneş batmayan kadın” olarak anılan da Tomris Uyar’dır, o yaz akşamı bir anda bütün patlıcanları kızartıverdiğinde içinde bir yer sağalacak diye umutlanan da.  Edip Cansever’in “deniz üstlerinden gülücükler toplayan” tanımlamasının dosdoğru yakışması tesadüf değildir; Tomris Uyar algısı, içinde deniz kokusunu taşır. Öykü kişileri de etkilenir bu durumdan. Yaz ve deniz imgesinin yer almadığı anlar, kötücül hatta neredeyse lanetlidir. Oysa yaz gelir, bütün karanlıkları def eder, pencereleri açar ve deniz kokusunu içeri alır. Suyu sevmeyenlerin korkacakları bir şey vardır diye düşünmesi, öykülerindeki kötücülleri suyla mesafeli ve ondan uzak kişiler olarak biçimlemesi de bu algısının sonucudur. Suyun olmadığı yerde her türlü kötülük kolayca üreyebilir; zayıflıklar çaresizlikler artar. Yakın dostu yazar Füsun Akatlı’nın “söylediğiyle yaptığı bir” diye tanımlaması bu ilintiler bütününün altını çizer.
 “Yazmazsam belki ölmem ama sürünürüm” diyerek kendi içinden geleni yapmaktan öte bir şansı olmadığını defalarca tekrarladı Tomris Uyar. Yazarlığı boyunca çevirileri dışında sadece öykü yazmaktan bir an olsun vazgeçmeyişi, roman konusunda baskıları yola çıkışındaki netlikle geri çevirişi yeldeğirmenlerine savaş açmanın da ötesinde konumlandırılır. Yazar olarak yaşamda kalmanın, şair bir eşle tutkulu zorlu bir evliliği yürütürken, anne-yazar-ev kadını-sanatçı-eş-Tomris adlandırlamalarının hiçbirini hariçte bırakmadan, aynı anda kendi yöntemiyle sahiplenerek yaşamanın neye benzediğini gündökümlerinde “yakınmadan” hatırlatır sıklıkla. Yemek yaptığı yerde yazan, özel bir çalışma odası takıntısı olmayan, her yerde üretecek gücü bulan Tomris Uyar, hayatı hiç ıskalamadan, dilediğince yaşamaya da devam eder. “Çalışma ortamı sorulduğunda, bilmem dedim her yerde. Postacı gelir, çocuk su ister, konuklar ansızın bastırır, ben o arada çalışırım işte.”  Çevirisine ruh kattığı, bir anlamda o ruhu aslında zaten bölüştüğü Virginia Woolf’un “kendine ait bir oda” söylemine karşın ne ironiktir ki Tomris Uyar hiçbir zaman o odaya sahip olmadı. Bu bir seçim sayılabilir. Ya da bu talep ve beklentiyle yitirilecek bir tek anı bile değerli kılacak o üretimi her yerde yapabiliyor oluşunun doğal getirisidir. O anne ve eş olmayı sanatının engeli olarak diline dolamaktansa durmadan üreten kadın olmayı yeğledi. Öyle ki Türk Edebiyatı’nın üç önemli şairine ilham perisi olan;İkinci Yeni’nin Kraliçesi Tomris’tir. Konuklarını geniş sofralarda ağırlayan, patlıcanları kızartanla  İlhan Berk’in “sen sokakların kızısın. Dünyayı durmamacasına dolaş, anlat”  dediği aynı kadındır. Sahiciliği biraz buradan gelir; en çok da sözünü bir an olsun gizlemeden söyleyişinden.
“....gizlenmeyenler yani, gözden çıkanlar, vericiler; sağlıklarını umursamayanlar, aşırılıktan korkmayanlar, soğuktan kaçmayanlar, rüzgârda hırpalananlar, bozkır güneşine katlanabilenler, kendilerini sürüp gitmesi gereken bir soy değil, doğada bir birim olarak görebilenler; beden harcayıcıları. Başka türlü davranamayacakları için o türlü davrananlar, inançlarını bedenlerine böylesine sindirenler, evlerine sığınılabilir arkadaşlar, anneleri, kardeşleriyle. Yazma işini sancılı, kutsal kılan okurlar, aşka dönüştürenler."   Alabildiğine uyumsuz ve sevgi sözcüklerini gelişi güzel kullanmayan, kendini tanıtmak istediklerine çekimine girmekten başka şans bırakmayan, Tomris Uyar, hakkındaki “en gerçekçi değerlendirmeleri bakkal çıraklarının, yayınevlerindeki düzeltmenlerin, inine çekilmiş kabadayıların, komilerin ve deniz insanlarının yapacağını” özellikle vurgularken, izleğinden de olsa onu tanımaya çalışanlara bir ipucu verir: O, dillerinden anladığı kediler, nadiren de olsa onayladığı birkaç kadın dostu, yaş gününe bir şişe rakı ve şiirle, ya da yeni çevirdiği kitabıyla gelen meslektaşlarının dışında bir dünyanın içinde de varolmuş, oralarda Tomrisce izler bırakmış, bitmek bilmeyen ironisiyle trajedinin hakkından gelmiştir. Ondan geriye, onca yıkıma rağmen iç sağaltan çağrışımlar; bir yaz akşamüstü açık pencereden sokağa taşan kokular ve sesler kalmıştır. Denizin dolup taştığı ve iyi yaşamanın parlak bir zekadan muaf tutulamayacağını imleyen Tomris Uyar 72. yaşında, bir an olsun yaşlanmadan “gündökümleri”ni yazmaya devam ediyor.  
                                                                                               Ayşe Sağlam



11 Nisan 2013 Perşembe

AMARGİ DERGİ KIŞ 2013 SAYI:24 (Halka Sanat Projesi'ne dair)KHALKEDON’UN MUTFAĞINDAN YÜKSELEN GÜZEL KOKULAR...


KHALKEDON’UN MUTFAĞINDAN  YÜKSELEN GÜZEL KOKULAR...
 Yaratmanın sırrı, akla uyan bir reçetesi yoktur. Ona dahil olanla, ondan çıkan arasındaki zamana dayalı mesafenin herhangi bir  formülle açıklanacağını savlayan, zifiri bir dehlizde kendiliğinden debelenir durur.  Tariflerle yol almayan tek unsur olarak sanatın benzersiz mutfağından yükselen kokuyu, bu yönsüzlükten bir çıkış olarak düşünmek yersiz olmayacaktır. Sanatçıyı yaratının kucağına iten, gücünü-kaynağını eksik etmeyen o kutsal mekanda, yer ve zaman bildiklerimizden muaf kalır çünkü.
 İstanbul için sanatın bu coğrafyadaki en kalabalık mutfağı demek abartılı bir tanımlama sayılmaz; ona koşanla ondan kaçanın mutlaka bir iz bıraktığı; yer yer kaosun da eklemlenmesiyle hiçbir tanıma sığmayan malzemesi sonsuz o  tuhaf yaratı evreni... Burada sanatçı olmanın, sanata izlenceyle katılanın herhangi bir kaçış olanağından söz edilemez. Yerle gök yarılsa gene orada bir yerde “yaratı”ya dair bir şeyler kımıldayacaktır. Hal böyle olunca da ona zemin hazırlayan, üretime destek/köstek arasındaki bilinmezi çözerek ya da hiç içinden çıkamayarak dahil olan mekanlar, arka bahçeler gün geçtikçe çoğalıyor. İçlerinde hangisinin bu katılıma canı gönülden adını yazdırdığı upuzun tartışmaların odağıdır; ancak gözleri sanata alışmış; neyin itki neyin çelme olduğunu bilenler bir çırpıda anlayacaktır; Halka Sanat Projesi, İstanbul’un sıklıkla ötelenen Anadolu , yel değirmenlerine kafa tutmakla kalmıyor, oradan çıkarsadıklarıyla, sanat yapmak için başka “ahbaplıklar”a uzak duranların üretimlerine doğrudan destek oluyor. Bir anlamda sanatçının yaratırken gereksindiği o mutfağı dileyene sunuyor. Kentin sanat akımının en yoğun olduğu, hatta bir nevi entelijansiya coğrafyası sayılabilecek “belirli” nefes noktalarını içeren Avrupa Yakası’nda bu türden bir yapılanma olağan görülebilirken, Anadolu Yakası’nda tek tük hareketlenme çabalarının dışında bir sayfiye anlayışının asla kırılamadığı o dinginlikte buna cesaret denilebilir ancak. Kavramla, kavramsal sanat algısının bile henüz oturmadığı bir ülkede sanatı, kendi kırılmaz izleyici-katılımcı aurasından söküp, şehrin başka merkezlerine yaymanın cesaretle koşut bir hayranlık uyandırdığını, Halka Sanat Projesi “neyin peşinde”yi sorguladığımızda fark edebildik. “Biz üç kadın mesleklerimizin itkisiyle, yıllardır kurduğumuz o hayali gerçekleştirdik” diyen, bunu derken yaratıcının heyecanına epey yakın bir coşkuyu ifadesinden gizleme gereği duymayan Zeynep Çelebi, Sezgi Attal ve İpek Çankaya, nasıl bir savaşa girdiklerinin farkında olup yine de bildiklerinden caymamayı seçmişler. Sanatçının yuvası kavramını, uluslarası platformda rezidans olarak tanımlanan bir oluşumu bu şehrin en sakin yakasında, ama yıllardır taşıdığı birikimi bir aradalık kavramıyla yoğurmuş Kadıköy’de var ediyorlar.  Rezidans oluşumu, dünya çapında sanatçı değişim programlarının en revaçtaki hali şimdilerde ve bu İstanbul’a yavaş yavaş soluk katmaya, zaten her daim geliş-geçişlere alışık bu kenti biraz daha aynaya bakmaya itiyor. Yabancı sanatçılar sessizce bu programlar dahilinde Türkiye’ye geliyorlar, daha sonra kendilerine seçtikleri “yuva”nın mutfağında üretime katılıyorlar. Ortaya çıkan eserlerin, yaratı alanına yakın, yani aynı zamanda yaşadığı yerde sergilenmesi fikri buraya gelen sanatçıları cezbeden; onları üretim süresince buralı kılan bir anlayış. Halka Sanat’ın bunu Avrupa Yakası’nda değil de görece sakin Anadolu Yakası’nda biçimlendirme fikri, gerekçesini destekleyen bir adım. Salt, yabancı değişim programı odaklı sanat yürütücülüğü yapmadıklarını, üretime doğrudan olmasa bile dolaylı yollardan canla başla katıldıklarını ve bu işi, ana akımın uzağında yapmaya çalıştıklarını gözlemleyince, sanatın bu ülkedeki yaygın elitist algısı kırılıveriyor. Sanatçıya yaratı süresince gereksindiği pek çok olanağı veren, buraya geldikten sonra kendi evinde, kendi mutfağında üretme hissini korusun isteyen Halka Sanat Projesi ütopik sayılabilecek bir düşün izleğinde ilerlemekte bir an olsun tereddüt etmemiş. Deli misiniz, neden böyle bir işe kalkıştınız diyecek halimiz elbette yok. Ama neden doğrudan üretimin içinde değilsiniz, bundan nasıl bir çıkarınız var dediğimizde, yanıt oldukça naif: “biz yaratı sürecine rehberlik eden bir eğitimden geçtik, ancak bu ülkede sanat yapmak kadar sanatın gerçekleşebilmesi için de bir artalana ihtiyaç vardı ve bu bizim düşümüzdü. Halka Sanat, kollektif üretim yapan, yaşanan alanda üretim yapılması fikrini benimseyen sanatçılara yaşama, üretme ve sergi alanını aynı yerde temin eden bir fikrin sonucudur.” Sanatçının özellikle bu coğrafyada üretime geçebilmesi için belli olanaklara ve o malum “kendine ait bir oda”sına kavuşabilmesi öncelikler arasında yer alır, salt kadının üretimi açısından bakıldığında durum elbet daha da vahimleşiyor, ancak burada çok daha ilginç bir resim ortaya çıkıyor. Halka Sanat Projesi, akademik kariyer yapmaya çalışan ve düşleri için ilk önce kendi evlerini üretim alanı haline getirip sonradan Kadıköy’deki bu mekana geçmiş üç kadının muazzam cesaret ve idealizm örneği. “Hiçbirimiz büyük olanaklara sahip değiliz, ancak bunu gerçekleştirmek için neyimiz varsa ortaya döktük, akademik kariyer süreçlerimizle eş zamanlı bir yola koyulduk. Sonuçsa tahminimizden daha tatmin edici oldu” diyor Zeynep Çelebi. Lokasyon seçiminde de bu yakanın kendine özgü diline, henüz yıpranmamış bir aradalık kültürüne tutunduklarını özellikle belirtiyor. Kadıköy’de o bildik karşılaşmaların yerine, kendiliğinden gelişen, her an değişen bir ortamda üretilen eserlerin dili de değişiyor. Yurtdışından belli bir başvuruyla gelen sanatçı uluslarası sanat fonundan aldığı bir nevi ödenekle buraya gelip 2 haftadan az olmamak şartıyla kalıp üretim sürecini kendi yöntemince başlatabiliyor. Buranın kendi kendini döndürebilmesi, sanatçıya istediği koşulları, malzemeyi sağlayabilmesi için bu ödeneklere gereksinim var ancak, kar elde etme amacını tamamen dışladıklarını belirtiyorlar. Mekanın biçimlendirilmesi bile imece usulüyle yapılmış, Kadıköy’de hali hazırda süren mahalle-esnaf kültürünün desteği alınmış. Halka Sanat, bir sanatçı oteli, ya da hostel anlayışından, üretimin ve sergilemenin yaşanılan mekanda olması yaklaşımıyla ayrılıyor. Gelen sanatçılar bir arada üretimlerini besleyebildikleri gibi, diledikleri gibi kendi atölyelerinde yaşadıkları o inziva halini de sürdürebiliyorlar.  Önceliği, kendini var etme sürecinde oldukça sancılı bir yol izlemek durumunda kalan gençlere veren Halka, keskin hatlarla belirlenmiş sınırları, sert ve yerleşik söylemleri arkasında bırakıyor. Yurtdışına buradan sanatçı göndermeye başladıklarında bu konuda önceliği genç sanatçılara vereceklerinin altını çiziyorlar. Güzel Sanatlar Fakültelerine ulaşarak, öğrencilerden portfolyolarını alıp bu süreci kendilerince hızlandırmak gibi bir amaçla attıkları adımlar, “bize isteyen herkes ulaşsın” tavrının çok ötesinde gerçekçi bir yöntem oluşturuyor. O nedenle bu ekibin, sözüne, fikrine güvenebileceği her genç sanatçıya kapısı açık. Dünyanın bir başka ucunda, bir anlamda mobil üretime destek veren diğer rezidans ve trans artist programlarıyla dirsek teması kurdukları sürece, sanatçıların Halka’nın mutfağına yolu düşecek gibi görünüyor. Tipik bir galeri mantığına göre kolektif ve mobil üretim açısından, yeni fikirlere ve onların sahiplerine bir tanışıklık, bilinirlik, tanınırlık gibi kriterleri sorgulamadan yol açan Halka Sanat Projesi, Türkiye’de yepyeni oluşumların varlık gösterdiğinin bir kanıtı. Sanat yaparak yaşamda kalmak gibi bir hedefi olanın, ütopik ve yorucu serüvenini, çok da imkansız görülebilen “başka dünyalar” tanıma fırsatını da vererek destekleyen ekibin gerçek cesaret ve başarı örneği olduğu söylenebilir. İzleyiciye ulaşabilme hazzına varmak kadar yaratı sürecinin tüm sancılarını, heyecanı kadar çaresizliklerini de kapsayan mutfağı, kendi özel ve sıklıkla doğaçlama tarifleriyle üretmeye hazır hale getiren Halka Sanat Projesi, özellikle, meselesi olan genç sanatçılara Kadıköy’e bir kez daha uğramaları gerektiğini hatırlatıyor.
Halka Sanat’ın Aralık ayı etkinlikleri arasında Slobodan Dan Paich ve Lucy Staggals adlı iki sanatçının çalışmaları yer alıyor.
aysesaglam81@gmail.com/ perikmaz.blogspot.com
http://www.halkaartproject.net

5 Nisan 2013 Cuma

AMARGİ DERGİ yaz 2012 25.Sayıdan. Vicdan ne demekti?


AYNA AYNA SÖYLE BANA:  VİCDAN NE DEMEKTİ?


“Ben Sema. Sizler yaşımı 19 ya da 23 diye okudunuz. Ne fark eder? 19 olmam ya da 23 olmam neyi değiştir ki?...”
 Değişmeyen şiddetin ve acının tarihinde küçücük harflerle gözden kayboluveren hayatlardan yalnızca birine ait bu sözler. Üçüncü sayfa haberlerinde kalbi donduran, içte bir kasılmayla beliriveren hikayelerin elbette az sonra unutulacak kahramanları, akılda kalmayan ölümlerinin ardından dile gelseler; dehşeti en az okunduğu ve en çok yaşandığı kadar anlatabilseler ne hissederdiniz? Hele bunu daracık, kapkaranlık bir kabinin içinde, birazdan ne olacağını asla kestiremeyeceğiniz bir biçimde beklemekteyken yaşasaydınız...
 İstanbul’da tam da sanatın üzerinde gölgeler gezinmekteyken Mekan Artı, bilincin altına ve üstüne mıhlanmış hikayelerle izleyicisiyle buluştu. Şiddet Üçlemesi 1-Ayna isimli oyun, üçüncü sayfaların soğuk, gerilimli ama ille de “uzak kalması” yeğlenen yüzünü apaçık, hatta deyim yerindeyse irkilten bir üslupla ortaya döküyor. Bununla yüzleşmek, meselenin özünü çoktan kavramış olmaktan çok daha fazlasını gerektiren bir cesareti de beraberinde taşımak demek. Alışılmış tiyatro sahnesinin, deneysel ve sert bir dille yeniden şekillendiği  oyunda, bazı gerçeklerin ancak bu sayede kavranabileceğinin altını çiziyor yönetmen Ufuk Tan Altunkaya.
 Kabin, karanlık ve sıkışıp kalma metaforuna eklemlenen sert gerçekler, gündelik hayatın herhangi bir yerinden çıkageliyor.  Uzak kalması, hatta neredeyse düşünülmemesi tercih edilen şiddet ve vahşet hikayeleri ete kemiğe mi bürünüyor, yoksa gömüldüğü yerden birer hayalet kılığında kalkıp karşımıza mı dikiliyor? Farklı yaşlardan, mesleklerden ve sosyal sınıftan 12 kadın gözlerinizin içine bakıp, az önce birlikte yaşadığınızı hissettirecek kadar yakınınızda durarak anlatmaya başlıyor:
“Adım Ayşe. 33 yaşındayım. Bedenimi bitmek bilmeyen bir hırsla parçalayan kocamdır. Yıllardır koyun koyuna yatıp, üç tane evlat bağışladığım adamın ta kendisidir.”
“Bir gece kocam evimi basıp, eski yaşadığımız eve götürdü beni. O gece pencereden düşerek hayatımı kaybettim. Gelen polis ekipleri “ intihara teşebbüs” dediler. Kayıtlara intihar diye geçen ölümümün sebebi oldukça açıktı. Ama kocamın eli uzun, tanıdığı çoktu.”
“Adım Öznur. 11 Yaşındayım... Canıma kıyan, altı çocuk babası bir adamdı.”
 Karanlıkla başbaşa, simsiyah bir kabinin içinde beklerken yüzleri olmayan nefesler duyuluyor. Diğer izleyicilerden bağımsız, dünyanın ortasında bir başınalığı hissettiren bir yalnızlıkta belirsiz  bir bekleyişle başlıyor oyun.  Ardından bir kıpırtı, sessizliği yırtan bir soluk beliriyor. Bu ürkünç karşılaşmanın ilk etkisi, “birazdan başıma bir şey gelecek” gibi bir hisle açıklanabilir. Rengi uçmuş, varlığı yaşamda da yok sayılmış bir öyküyü anlatıyor o soluk.  Gözlerinizin içine bakarak, size sokularak, sizden ürkerek, sizi ürküntüsüne eşlik ettirerek... Anlattıklarından çok çaresizliğin bu denli yakında duruşuna tanıklık etmek bile yeterli geliyor önce. Giderek hikayeler, en iyi bildiklerimize,  belki kapıdan çıkınca başımıza gelebilecek olanlardan birine dönüşüyor. Ben bunu zaten biliyordum demek güç. Çünkü biliyordum ama unuttuma varabilecek bir itiraf, vicdanın orta yerinde kımıldamaya başlıyor peşinden. 
 Oyunun sahneleniş biçimini öğrendiğimde dayanabilir miyim diye sorduğumu anımsıyorum. Oysa izlerken, sahnelenişten öte duyduklarıma dayanabilecek miyim dedim. Bu oyunu izledikten sonra kapıdan çıkıp gitmenin pek de öyle kolay olmadığını, oyun bitiminde yerlerinde ne yapacağını bilemeden kalan izleyicelerde okumak mümkün.  Zaten Mekan Artı’nın bütün oyunlarında bu irkiltme amacı yer alıyor. Şiddet Üçlemesi 1-Ayna da bu amaçla hazırlanmış bir oyun.  Yönetmen Ufuk Tan Altunkaya, oyunu hazırlarken özellikle vicdanı yerinden oynatmayı hedeflediklerini belirtiyor. Bu türden bir sıkışma halini, burada 12 monologla yaşayan izleyicin, kapıdan çıktıktan sonra başka bir vicdanla hareket edeceğini, ütopik bir düşlem gereğince, “keşke herkese uygulanabilse bu türden bir yüzleşme” diyerek açıkça ortaya koyuyor. Sahneleme ve kurgu sırasında da bu esas üzerinden yola çıkılmış. Biçim ve konunun da kabin metaforuyla çok iyi örtüştüğünü düşünmüşler. Bu düşünce en ufak bir boşluğa yer vermeden yarım saat süresince göğüste duyulan sıkışma ile kendini doğruluyor. Oyun sırasında, her izleyici, yanındaki kabindeki konuşmaları belli belirsiz duyuyor, dolayısıyla salon içinde uğultuyu andıran bir kaos, Ayna’nın müziği denebilir. Herhangi bir ek sese gerek olmaksızın bu sayede, vahşet-acı-pişmanlık-korku-endişe gibi kavramları birbiri ardına deneyimlemek mümkün. Gerçek yaşamın korunaklı, bütün acıları öteleyen bir şey olmadığını farkındalık içeren bütün tecrübelerde bulmak olası;  ancak kişiye değmeyen acının hafızada izi yoktur. Oyuncular düşsel bir aynayı, bu izi yaşatmak amacıyla elinize tutuşturuveriyorlar. İzlerken eldeki  bu yüzleşme aracıyla ne yapılacağının sorgusuyla baş başa kalınıyor.
“Şimdi düşünüyorum da vicdanen ceza çekmeyen birinin hukuken ceza çekmesi neye yarar ki?”  diye soran ve bir anda eğilip dizinize dokunan, “yaşamayan” bir kadına,  seni tanıyordum diyebilmenin, en azından hafızada bir yerinin olduğunu söylemenin yolu o Ayna’ya bakmaktan geçiyor olabilir. Mekan Artı dönemsel olarak güncelledikleri oyun tarihleri ve devam niteliğindeki Şiddet Üçlemesi 2 ve 3 (çocuğa şiddet/düşünceye şiddet)  ile izleyiciye vicdanın salt kötülükle değil, unutmayla da köreldiğini anımsatmak için izleyicisini bekliyor.
                                        Ayşe Sağlam
Mekan Artı
Şiddet Üçlemesi 1/Ayna

düş zaman peşime

düş zaman peşime
sadece ikisi kaldı hayatta.bu fotoğraftan kalan;soluk almayı beceren iki kişi.diğerlerinin terkine inat,yaşamda direten iki kişi.hangileri ölüme bakıyor...hangileri hayatta diretiyor...hangileri yas bıraktı hangileri acı parçalarını süpürür hala...

her şey

her şey
onlarsız yaşanmıyor...sanal beyinlilere,sokakarası uyuşuklarına,vakitsiz yığınlara inat hem de

zaman ki sonsuzdur

zaman ki sonsuzdur
yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.evlerinizle.okullarınızla.iş yerlerinizle.özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim dirilttiniz.YAZI YAZMAK İSTEDİM AÇ KALIRSIN DEDİNİZ.aç kalmayı denedim serum verdiniz.DELİRDİM.Kafama elektrik verdiniz.ben bütün bunların dışındayım.

sylvia plath çizgisi

sylvia plath çizgisi
kalbimin sızısı...hiçbir şeye benzemeyen.herkesten kıskanır gibi sevdiğim...

tezer&deniz

tezer&deniz

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim

tomris uyar...inceliklim,açık sözlüm,erken yitenim
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara, hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa, yaşamı dışlama hakkına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekala canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, öteki kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler, kaygılar çok geride kalmıştır.

deniz bilgin

deniz bilgin
sessizce yittin; sesini duyan????

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD

FURÛĞ-İ FERRUHZÂD
"Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek" ne çok var yitenlerden..ne de güzeldin.ne büyük sözleri fısıldadın gecenin kulağına.duymamanın hazzına kapılmış lal kalabalıklar arasında elbet var ışığını koklaya koklaya izinden gelen birileri

.....

.....

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ

ZELDA NİLGÜN MARMARA nil'de gün ansızın battı.k.İ
ey iki adımlık yer küre!senin bütün arkabahçelerini gördüm ben

selçuk baran

selçuk baran
haziran'dır,Arjantin tangoları'dır..kimselerin adını zikretmeyip hayata küstürdüğü sözcüklerin en güzel ustasıdır.erken çekip gidenlerdendir.az kaldı bitiyor derken bir bir önünde ölüm penceresi açılmıştır..sevdiğimiz ne kaldı...kim ellerimizi tutacak korkudan buz kestiğinde.kitapları basılmaz,sahaflar o "adam"ı tanımıyorum der...kim, peki kimin vicdanı sızlar?

Die Verwandlung